Basın tarihi deyince genellikle Türkiye’ye bakıyoruz, bir de dünyaya bakalım dedim.

17 yıl önce bugün dünya basınında neler vardı?

Özellikle İngiliz basınını taradım.

Çoğunluğunda tek bir kelime görülüyor:

“Katliam…”

Amerika’da Virginia Üniversitesi’nin kampüsünde yaşanan kanlı baskın bütün İngiliz gazetelerinin ortak konusuydu.

***

Sadece Times’ın manşeti biraz daha farklı: “Kurbanlarını sınıfa kıstıran katil.’’

Daily Telegraph, saldırganın cesedinin bodrum katında bulunduğunu ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, tarihindeki en kanlı kampüs katliamıyla sarsıldığını bildiriyor.

Yaralı bir kız öğrencinin yardım görevlileri tarafından bina dışına taşındığı fotoğraf Independent’ta olduğu gibi Guardian’ın da ön sayfasında.

Hepsi aynı şeyi merak ediyor:

“Amerika Birleşik Devletleri’nin diğer birçok ülkeye göre çok daha esnek olan silah taşıma ve satın alma yasaları bu sefer değişecek mi?”

Independent soruyor:

“Virginia eyaletindeki korkunç gün, Amerika’nın silaha olan aşkını törpüleyecek güçte mi?”

Gazeteye göre, pek öyle görünmüyor.

***

Independent yazarı, bundan önceki kampüs katliamları ardından silah yasalarında hiçbir değişiklik olmadığını ve Virginia’daki bu son olayın da ilk yaşanan şok duygusu atlatıldıktan sonra diğerleri gibi bir anlamda unutulacağını tahmin ediyor.

Independent’daki yazıya göre, Amerika’nın muhafazakâr kesiminde sıkı sıkıya bağlı kalınan üç ateşli konu var.

1-Kürtaj karşıtlığı,
2-Eşcinsel evliliklere muhalefet
3-Ve silah kontrolüne karşı direniş.

Silah lobisinin Washington’da büyük nüfuza sahip olduğunu hatırlatan Independent, Amerikan anayasasının da bu lobinin en güçlü dayanak noktalarından biri olduğunu yazıyor.

Amerikan anayasasının ikinci maddesi, “halkın silah taşıma hakkıyla” ilgili.

***

Independent, “bu maddenin kökeni İngiliz sömürgeciliğine karşı Amerikan kolonilerinin milis güçlerce korunması gerektiği günlere dayanıyor olsa da, günümüz Amerika’sında daha sıkı silah kontrolünü önermek anayasal haklar tartışmasına girmeyi de zorunlu kılıyor” diye yazıyor.

Silah tutkusu, kampüs baskını, katliam…

ABD’nin değişmez gündemi ve kâbusu.

Dünyanın belki de en gelişmiş, en zengin ülkesi ama tam bir mutluluğu bulamıyor gibi.

***

Amerikalılar gerçekten mutlu değiller mi?

Gariptir, cevaba gene aynı günkü Times’da rastlıyorum.

Cambridge Üniversitesi’ne bağlı bir araştırma kurumu 2 yılda bir bu sorunun peşine düşüyor.

Avrupa Birliği fonlarıyla gerçekleştirilen ve toplam 20 bin kişiyle ülke ülke yapılan mülakatlara dayanan anket, Times gazetesinin ilgisini çekmiş.

“En çok kimin yüzü gülüyor;
kimin suratı en asık?”

Ve anlaşılan sonuçlar gazeteyi şaşırtmış.

“Güneşli bir gökyüzünün önemi yok” diyor Times.

Çünkü…

Anketten 2007 yılında hayatından en çok tat alan, en mutlu halkın Danimarka’da yaşadığı sonucu çıkmış.

***

Kuzey Avrupa’nın diğer İskandinav ülkeleri de mutluluk cetvelinde ön sıradalar.

Times, Avrupa’nın Akdeniz kıyılarında ise halinden en çok yakınan halkların yaşadığını yazıyor.

İtalyanlar, Portekizliler ve Yunanlılar.

“Yalnız, mutlu bir hayatın sırrı Kuzey Avrupa’nın kurşuni gökyüzü altında yaşamak değil.

Öyle olsaydı İngiltere de 9’unculuktan daha yüksek bir sıraya oturabilirdi.”

***

Peki mutlu bir hayatın sırrı ne?

Times’ın sözlerini aktardığı yorumculara göre mutlu Avrupalılar;
> ulusal kurumlara güvenin yüksek,
> ekonomisi güçlü,
> ve gelir uçurumunun az olduğu yerlerde yaşıyor.

Danimarka, Finlandiya ve İsveç gibi.

Ya Amerika…

ABD, listenin ilk sıralarında yok.

***

Dönüyorum, 2024’deki son mutluluk anketine…

Orada durum ne?

Danimarka gene ilk sıralarda ama birinciliği Finlandiya’ya kaptırmış.

Finlandiya, Birleşmiş Milletler destekli yıllık Dünya Mutluluk Raporu’nda yedinci kez dünyanın en mutlu ülkesi olmuş…

Finlandiya,
> güçlü refah toplumu,
> devlet yetkililerine güven,
> düşük yolsuzluk seviyeleri
> ve ücretsiz sağlık ve eğitim sistemiyle ön plana çıkıyor.

***

Finlandiya’daki Helsinki Üniversitesi’nde mutluluk araştırmacısı olan Jennifer De Paola, Finlilerin doğayla olan yakın bağlarının ve sağlıklı iş-yaşam dengelerinin yaşam memnuniyetlerine önemli katkılarda bulunduğunu da kaydetmekte.

De Paola, “Finlandiya toplumuna, güven, özgürlük ve yüksek düzeyde özerklik duygusu nüfuz etmiş” diyor…

Dünya Mutluluk Raporu’nda diğer İskandinav ülkeleri, Danimarka, İzlanda ve İsveç ilk 10’da yer almakta.

***

Ya ABD?

Trump’ın yeniden aday olmak için uğraştığı ve olabilecek gibi gözüktüğü ABD’nin durumu ne?

İlk kez Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya en mutlu 20 ülke arasından çıkarak sırasıyla 23. ve 24. olmuş.

Kosta Rika ve Kuveyt 12 ve 13. sıralardan ilk 20’ye girmiş.

***

ABD neden geriliyor ve neden Finlandiya yıllardır ilk sırada?

De Paola, başarının genellikle maddi kazançla eşdeğer tutulduğu ABD’ye kıyasla Finlilerin “başarılı bir yaşamın ne olduğuna dair daha ulaşılabilir bir anlayışa” sahip olabileceklerinin altını çiziyor.

Rapora göre, en mutlu ülkeler artık dünyanın en büyük ülkelerinden hiçbirini içermiyor.

İlk 10 ülke arasında sadece Hollanda ve Avustralya’nın nüfusu 15 milyonun üzerinde.

İlk 20’de ise sadece Kanada ve İngiltere’nin nüfusu 30 milyondan fazla.

***

Mutluluk sıralaması, bireylerin yaşam memnuniyetine ilişkin kendi değerlendirmelerinin yanı sıra kişi başına düşen milli gelir, sosyal destek, sağlıklı yaşam beklentisi, özgürlük ve yolsuzluk gibi kriterlere de dayanıyor.

Bu kriterlere dayanınca:

2006-10 yılları arasında mutlulukta en keskin düşüş Afganistan, Lübnan ve Ürdün’de yaşanmış.

Doğu Avrupa ülkeleri Sırbistan, Bulgaristan ve Letonya’da en büyük artışlar görülüyor.

Dünyanın en mutsuz ülkesi Taliban’ın Afganistan’ı…

Afganistan, Taliban’ın 2020’de yönetime gelmesinin ardından 143 ülke arasında en alt sırada kalmış.

***

Peki, Türkiye’de durum ne?

Mutluluk raporunda Türkiye, 4.975 puanla 98. sırada yer alıyor.

Rapor, gençlerin yaşlılara göre daha mutsuz olduğunu da gösteriyor.

Türkiye, 30 yaş altı gençlerde 101… 60 yaş ve üzeri kategorisinde ise 92. sırada bulunuyor.

***

2007 yılında mutluluk… 2024 yılında mutluluk.

Ve son 7 yıldır hiç değişmeyen bir birinci.

Muhtemelen Taliban yönettikçe, Afganistan da hep sonuncu…

Finlandiya 7 yıldır ilk sırada ise mutluluğun formülü demek ki biliniyor…

O halde diğer ülkeler neden Finlandiya gibi mutlu olamıyor?

17 yıldır kampüs katliamlarıyla sarsılan ABD neden alt sıralara doğru kayıyor?

Galiba Finlandiyalı yorumcunun söylediği gibi “başarının” toplumsal tanımı insanların mutluluğunu belirlemekte önemli rol oynuyor.

Başarıyı “parada” ya da “dinde” ya da “iktidarda” arayanların ülkeleri pek mutlu olamıyor sanki…

Başarıyı, “daha huzurlu ve daha güvenli ortamda yaşama” kriterine dayandıranlar mutluluğu daha da kolay buluyorlar bu araştırmalara göre.

Baskının her türü mutluluğa engel oluyor.

***

Peki sizin cevabınız ne? Mutlu musunuz?

Bu soruya cevabınız ne olursa olsun ikinci soru da şu:

Niye?

 

Sonunda, Ortadoğu’nun en güçlü iki ordusunu karşı karşıya getiren savaşın ilk adımı gerçekleşti: İran, İsrail’e saldırdı.

İsrail, Hamas ve Hizbullah başta olmak üzere, devlet dışı aktörlerin füze saldırılarına sıklıkla maruz kaldı. 1991’de Irak’ın o dönemki devlet başkanı Saddam Hüseyin, İsrail’e düzinelerce Scud füzesi atmıştı. Tel Aviv ve Hayfa’yı hedef alan bu füze saldırısının ardında yatan neden, Irak-ABD’nin savaşta olmasıydı. Buna karşılık, ABD’nin o dönemki başkanı George Bush, Yitzhak Rabin’i Irak’ın saldırısına karşılık vermemeye ikna etmişti.

İran’ın İsrail’den yaklaşık 4 kat daha fazla aktif olarak silah altında askeri var: İsrail Ordusu, yaklaşık 170 bin askere sahip; İran ise 700 bine yakın. İran’ın kara ve deniz gücü; İsrail’in ise, hava gücü kuvvetli.

İran saldırısının anatomisi

İran’ın saldırısının, “göstermelik” olduğunu öne sürenler var. Buna en büyük sebep olarak da, İran’ın saldırının gerçekleşeceği bilgisini, bölge ülkelerine doğrudan ve hatta diplomatik ilişkilerin olmadığı ABD’ye arka kapı kanallardan bildirmesi.

Oysa İran, “kontrollü zarar vermeyi” amaçlayan aynı yöntemi daha önce izlemişti: 2020’de Donald Trump’ın başkanlığı döneminde Devrim Muhafızları’nın İran için efsanevi kabul edilen komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden sonra yaptığı misillemeninkiyle bire bir aynı. Süleymani’nin 3 Ocak’ta öldürülmesinin ardından, nasıl bir misillime yapacağının sinyallerini önceden vermişti. Ardından da, 8 Ocak’ta Batı ve Kuzey Irak’taki ABD üslerine 16 balistik füze ile saldırdı.

İran’ın İsrail’e saldırısı, askeri olarak Ukrayna’da Rusya’nın defalarca kullandığı taktiklere göre şekillendirilmişti. Öncelikle, çok sayıda İnsansız Hava Aracı’nın (İHA) hedeflere doğru yola çıktı. Dalgalar halinde hedeflerine yollanan İHA’ların yaklaşık 2 bin kilometrelik yolculukları, saatler alacaktı. Onların İsrail, hava sahasına gireceği zaman hesaplanarak; yatay bir seyir izleyen ve İHA’lara göre çok daha hızlı seyir füzeleri (Cruise’lar) ve son olarak da dakikalar içinde hedefini vuran, çok daha yükseklere tırmanarak eliptik bir uçuş yapan balistik füzeler ateşlendi.

Bu taktiğin amacı, İHA’lar, seyir ve balistik füzelerinin tümünün aynı anda hedefe ulaşmasıydı: böylelikle de, karşı tarafın hava savunma sisteminin ambale olması ve savunmanın açık vermesi sağlanacaktı.

Aynı anda, İHA’lar ve seyir füzeleriyle ile karşı karşıya falan hava savunması (savaş uçakları ve yerden havaya füzesavarlar), bir de balistik füzelerle karşı karşıya kalınca hangisine karşılık vereceğini şaşırıyor. Böyelikle de, özellikle de balistik füzelerin bazıları hedeflerine ulaşması engellenemiyor.

Ukrayna’nın hava savunma sistemi, böylesi bir kombine saldırı karşısında ancak, balistik füzelere karşı maksimum yüzde 45 civarında başarı sağlayabiliyor. Hava sahasına yönelendirilen İHA+seyir füzelerinin yüzde 75’ini yok edebilirken; balistik füzelerin azını durdurabiliyor, imha edebiliyor.

İran’ın hesabı, İsrail’in hava savunma sisteminin Ukrayna’dan çok daha iyi durumda olduğu; ancak ne olursa olsun, en fazla yüzde 90 oranında başarı sağlayabileceği öngörüsüne dayanıyordu.

İran’ın saldırısının zarar vermesi nasıl engellendi?

İsrail saldırı için yollanan “kamikaze İHA’lar” Şahid’lere çok aşinayız: Ukrayna Savaşı’nda Rusya’nın İran’dan aldığı Şahid 136 ve daha küçük modeli Şahid 131’ler, enerji şebekeleri ve tahıl ambarları gibi stratejik hedefler kadar sivil alanları terörize etmek için de kullanılıyordu.

Şahid’ler çok yavaş uçuyor ve İsrail’e yaklaşmaları bile en az 5 saat aldı. İsrail Ordusu Sözcüsü Tuğgeneral Daniel Hagari’nin açıklamasına göre İran, saldırı için yaklaşık 170 İHA (Şahid-136) yolladı. Bazı kaynaklar, bu sayıyı 185 olarak gösteriyor. İHA’ların ötesinde, eş zamanlı bir askeri yoğunluk yaratacak şekilde, 30 Cruise füzesi (Sumar) ve çok daha da kritik şekilde, 120’ye yakın balistik füzeyi (Şahab 3) İsrail’deki hedeflere yönlendirdi.

İsrail Ordusu’nun iddiasına göre, bunların yüzde 99’u, İsrail hava sahasına hiç ulaşmadan yok edildi.

Yüzde 99’luk oran tam doğru olmasa bile, buna çok yakın düzeyde bir hava savunma başarısının olduğu çok bir zararın söz konusu olmamasından anlaşılıyor zaten.

İran’ın saldırıda kullandığı, toplamda 300 kadar İHA ve füzenin çoğunluğunun,  daha hedefe doğru yoldayken yok edilmesini mümkün kılan üç faktör var:

ABD, İngiltere ve Fransa’nın hava savunmasına aktif katılımı

ABD ve İngiltere’nin, radar ve uydu istihbarat sistemleri ve hava kuvvetlerinin aktif katılımıyla İHA’ları yok etmesi, İsrail’in savunmasına büyük destek oldu. Buna, Fransa’nın da askeri gözlem ve devriye desteği de ekleyelim.

Bu noktada, İngiltere için Güney Kıbrıs’taki Ağrotur ve Dikelya (Akrotiri ve Dhekelia) Hava Üsleri’nin de vazgeçilmez hale geldiğini, Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAF-Royal Air Force) uçaklarının buradan kalktığını hatırlatalım. İngiltere süreçte, Türk hava sahasını da kullandı.

“Dost” Arap ülkelerinin aktif biçimde İsrail’in savunmasına katılması

Ürdün’ün sadece hava sahasını İsrail, ABD ve Britanya savaş uçaklarına açması değil; kendisinin de, hava kuvvetleriyle aktif biçimde savunmaya katılması denklemi, İsrail’in lehine değiştirdi.

Ürdün’ün yanısıra, Suudi Arabistan’ın da arka planda 13 Nisan’ı 14’üne bağlayan gece, 5 saat süren saldırı boyunca boyunca aktif biçimde İsrail’in savunmasına katıldığı öne sürülmüştü. Suudi  Arabistan’ın ötesinde, diğer Körfez ülkeleri de, İran’ın saldırısının savuşturulmasında önemli rol üstlendiler. Katar, kendi askeri üsleri ve ülkedeki ABD üslerindeki radar sistemleri ve diğer istihbarat üniteleri vasıtasıyla saldırının gelişimi ile ilgili an be an bilgi paylaşımına destek oldu. Keza, Birleşik Arap Emirlikleri’nin de benzer bir rol üstlendiği bildiriliyor.

Kuzey Irak’ta başta Erbil’deki olmak üzere ABD güçlerinin konuşlandığı üsler de, aktif biçimde hava savunmasına destek verdi.

Tüm bu tablo şunu gösteriyor: İsrail ve bölgenin “dost” Arap ülkeleri ile bölgedeki kendi üsleri arasında ABD yıllardır askeri bir ağ ve istihbarat ağı oluşturmaya çalışıyordu. İran’ın saldırısı nedeniyle, hayata hiçbir zaman tam geçmemiş bu projede hızla uygulamaya sokuldu. Ve başarıyla çalıştı da…

Bahsettiklerimizle ilgili bilgiler, dünya basını tarafından da teyitlenerek yayınlanmaya başladı. En başta, saldırının ertesinde The Economist şöyle yazdı: “Suudi Arabistan da dahil olmak üzere Körfez ülkeleri, Batılı hava savunma sistemlerine, gözetleme ve yakıt ikmali uçaklarına ev sahipliği yaptıkları için dolaylı ve hayati bir rol oynadılar”. Ardından, Wall Street Journal ve Financial Times ile İsrail basınında da, Arap ülkeleri ile İsrail’in İran’ın saldırısı sürecindeki askeri işbirliğini detaylandıran haberler yayınlandı. 15 Nisan’da Kraliyet Ailesi’ne yakın bir internet sitesinden de bu konuda doğrulama geldi.

İsrail’in kendi savunma sistemlerinin başarıları

İsrail’in kendi hava savunma sisteminin gerçekten de dünyanın en iyisi olduğu tezinin test edilip onaylanması. Sadece Demir Kubbe (Iron Dome) değil; Davut’un Sapanı (David’s Sling), Ok 2 ve Ok 3 (Arrow 2 ve Arrow 3) hava savunma sistemleriyle, füze saldırılarına karşı yüzde 97-98 oranında başarı sağlaması dikkat çekici. Arrow 3’ün üstünlüğü balistik füzeleri, atmosferin son katmanı olan, yerden 10 bin kilometre yüksekteki ekzosferde vurabilmesi.

Son kertede, en stratejik hedef olan F-35’ler filosunun konuşlu olduğu Nevatim Hava Üssü’nün isabet almasına karşılık, üssün operasyonalliğine zarar verecek bir durum yaşanmadı.

Aynı boyutta güç kullanansa ve beş saat süren saldırıda olduğu gibi, 200’e yakın İnsansız Hava Aracı, 30 kadar seyir füzesi ve 120’den fazla balistik füze ile bir atak gerçekleştirse; ama tüm bu silahların İsrail’in sınırlarına eş zamanlı yaklaşabileceği bir senkronizasyonu hedeflese, İsrail ve ortak hava savunması gerçekleştiren ülkelerin çok daha zorlanmasına neden olurlardı.

İsrail, 7 Ekim 2023’ten bu yana tüm dünyanın gözü önünde Gazze’de bir soykırım sürdürüyor. Devasa mühimmatına ve ardındaki destekçilere rağmen Filistin’de istediği sonuçları alamadı. Bir nevi bataklığa saplanan, galip gibi görünse de Gazze’nin yer altı tünellerine dahi hakim olamayan İsrail; yaptığı katliamlar, dünya kamuoyuna yansıdıkça sadık Batılı müttefiklerinden dahi eleştiriler almaya başlamıştı.

İsrail; böylesi bir sıkışma yaşadığı ve ABD ile İngiltere başta olmak üzere müttefiklerinden “saldırıları bitir” uyarıları aldığı ortamda, kurnazca bir hamleyle 1 Nisan 2024’te İran’ın Şam konsolosluğuna hava saldırısı gerçekleştirerek, İran devrim muhafızlarından bir tuğgeneralle yedi subayın da içlerinde bulunduğu 16 kişiyi öldürdü.

Amacı İran’ı tahrik ederek savaşa çekmek ve savaşı bölgeye yaymak olan İsrail, şimdilik hedefine ulaşamadı. İran, mecbur edildiği misillemeyi sınırlı ve kontrollü bir şekilde planlayarak, 13 Nisan 2024’te iki İsrail hava üssünü füzeler ve drone’larla vurmak suretiyle gerçekleştirdi. Fakat misilleme öncesinde ABD ile bu konuyu görüşerek, amacının savaşı yaymak olmadığını da iletmişti. İran, İsrail’in misillemeye herhangi bir karşılık vermesi halinde, tekrar saldırı düzenleyeceklerini de açık seçik belirtti.

Gelişmeler böyleyken, İsrail’in yaptıklarını görmezden gelmeyi huy edinen Batılı ülkeler, “İsrail tehdit altında” korosunu tekrar kurdular. Ülkemizde de dışişleri bakanlığı, sürecin İsrail’in 1 Nisan saldırısıyla başladığını vurgulayan bir açıklamayla tarafları itidale davet etti. Halk cephesinde ise her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Her gelişmede “Üçüncü dünya savaşı çıkıyor.” yorumu yapanların yanına, “İsrail ve İran, anlaşmalı bir tiyatro oynadı.” diyenler de katıldı.

Gazze savaşındaki son gelişmeleri, güç odaklarının konumlarını ve olasılıkları, Ortadoğu uzmanı yazar Faik Bulut’la konuştuk.

Yazar Faik Bulut. Fotoğraf: Bulut’ın kişisel arşivi via Evrensel gazetesi.

> İsrail’in 1 Nisan saldırısının amacı neydi, ne istiyordu sizce?

Netanyahu bir süredir, Gazze çıkmazından kurtulmak için Suriye ve Lübnan üzerinden Hizbullah’a vuruyor, Suriye’yi bombalıyordu. İranlı subayları bombalamaktaki amacı, İran’ı tahrik etmek, düştüğü çıkmazdan kurtulmak için savaşı yaymak ve ABD’yi savaşa daha fazla katmaktı.

ABD zaten İsrail’i desteklemek suretiyle savaşın içindeydi. Ön plana çıkmasını mı istedi İsrail?
Gazze savaşında dışarıdan bir ülke gibi görünmesine rağmen aslında ABD üst düzey personeli, sürecin başından beri İsrail’e yol gösteriyor. ABD, İsrail’e iki tür silah desteği veriyor; hem bildiğiniz silahları gönderiyor hem de bölgesel büyük bir savaş için İsrail’de depoladığı cephanelikleri kullandırıyor. Depolanan mühimmat bitmiş gibi görünüyor. Fakat Netanyahu bunlarla yetinmedi ve İran’ın sinir uçlarıyla oynayarak ABD ve İran’ı kapıştırmak istedi. Aynı zamanda Batı dünyasında aleyhine yükselen sesleri de dizginlemeye çalıştı. Gelinen noktada İran, misillemeye mecbur bırakıldı.

> İran’ın, misillemesini ABD’ye haber vererek yapması ve kontrollü davranması, kamuoyunda danışıklı dövüş algısına yol açtı, nasıl değerlendiriyorsunuz?

İran kamuoyu; Kasım Süleymani’nin katledilmesinden bu yana hükümete “Neden misilleme yapmıyorsunuz, ABD’den mi korkuyorsunuz?” şeklinde baskı yapıyordu. İsrail’in 1 Nisan saldırısında ölenler ise devrim muhafızlarıydı ve devrim muhafızları, İran’da hem en sertlik yanlısı kesimdir hem de dış politikanın askeri kısmını dizayn ederler.
İran,1 Nisan’daki saldırıdan sonra ABD’ye, misilleme yapacağın söylemişti ve prestij açısından da buna mecburdu. Aynı zamanda İran, diplomatik açıdan haklı konumdaydı zira konsolosluklar, ülkenin toprağıdır. Yaşananlar, danışıklı bir dövüş değildi.

> Peki, İran’ın sınırlı misillemesine askeri açıdan bakarsak neler diyebiliriz?

İran, Umman Sultanlığı ve Tahran’daki İsviçre büyükelçiliği vasıtasıyla ABD’ye, sivil hedefleri vurmayacağını ve savaşı yaymayacağını iletti. Simgesel bir misilleme yaptı. Gazze’yi ve Hizbullah’ı bombalayan uçakların kalktığı iki hava üssünü vurdu. Sadırı sırasında İsrail uçakları, üste bulunmadılar. İran’ın BM’deki temsilcisi ise “İsrail karşılık verirse daha büyük bir saldırı yaparız.” açıklamasını yaptı. Misillemenin sınırlı olacağını, hem ABD hem de Netanyahu biliyordu. Sonuçta İran, Netanyahu’nun istediği noktaya gelmedi ve savaşa tüm gövdesiyle girmedi.

> İran’ın attığı birçok füze de havada imha edildi…

İran’ın gönderdiği drone ve füzelerin bir kısmı, Ürdün ve Katar’daki ABD üsleri tarafından, henüz Ürdün üzerindeyken imha edildi. Türkiye’de ise Kürecik’te bir radar üssü bulunuyor. Bu üssün amacı, bölgede NATO ülkelerine ve İsrail’e herhangi bir saldırı olacağı zaman haber vermekti. Kürecik, İncirlik’e, İncirlik ise ABD’ye haber veriyordu. Kürecik’teki radarların, İran’ın hava saldırı araçlarını tespit etmemesi imkânsız. Kürecik ve İncirlik’teki radarların, imhada dolaylı bir katkısı oldu diyebiliriz.

Misilleme sonrası Batılı devletler, tekrar İsrail’in yanında hizalandılar. İsrail bu kazanımı, İran’a saldırmak için değerlendirir mi?
Avrupa kamuoyu, Gazze savaşının başından bu yana ideolojik davrandı. Saldırılar için, İsrail’in kendini savunma hakkı, dediler ve İsrail’e, fiili müttefik olarak baktılar. Filistin’deki savaş, sadece Hamas’la İsrail arasında değil, aynı zamanda Batı ile Filistinlilerin silahlı güçleri ve Hizbullah arasındadır. Netanyahu şimdiye kadar bu rüzgârı ardına alarak ve mağduru oynayarak davrandı fakat 7 Ekim saldırılarıyla ilgili Netanyahu’nun yaptığı propagandanın hepsi yalan çıktı. Çıplak gerçek ise İsrail, Gazze’yi sadece görünüşte almıştı. ABD raporlarına göre; Gazze’deki tünellerin ancak üçte biri keşfedildi. Hamas, Gazze halkını hala yönlendiriyor ve asayişi sağlayabiliyor. Son dönemde Avrupa’da -Almanya hariç- İsrail aleyhine ciddi dönüşler yaşanmıştı. İran’ın misillemesinden sonra ise Netanyahu’yu eleştiren Batı ülkeleri, yeniden İsrail’in saldırılarına göz yumup İran’ın cevabını eleştirmeye başladılar. İsrail bu açıdan puan kazandı zira savaşı sürdürmek istiyor. İran’a karşılık vermek içinse önce ABD’yi, sonra kongreyi ikna etmesi gerek.

> Şu anda dış politikaları açısından Avrupa devletleri için ilerici ve demokratik demek mümkün mü?

Avrupa çok geriledi. İkinci dünya savaşı sonrası süreçte Avrupa hükümetleri, sosyal devleti savunuyor ve özgürlüklerin kapsamını genişletmek istiyorlardı. Şu anda ise Avrupa’yı sağ düşünceler yönetiyor. Bizim sosyal demokrat dediğimiz devletler dahi, iş dış politikaya gelince körü körüne İsrail’i ve militarizmi destekliyorlar. Oysa milyonlarca Yahudi’yi jenoside uğratan Avrupa’ydı. Tarihlerinden doğru bir ders çıkarsalardı, bugün İsrail’e karşı çıkmaları gerekirdi.

> İran misillemesi sonrası İsrail’in iç kamuoyunun tepkisi ne oldu?

Gazze savaşı, İsrail kamuoyunu çok parçalamıştı. İran’ın saldırısı sonucu antisemitizm tekrar ön plana çıktı ve İsrail’in saldırılarına itiraz eden sesler kısıldı. Aptalca bir propaganda antisemitizm zira bugün Araplara yapılan da antisemitizmdir. Araplar, İsraillilerin amcaoğullarıdır ve Sami kavminden gelirler, dolayısıyla bugün antisemitizmi yapan bizzat Natanyahu’dur.
İsrail iç kamuoyundaki seslerin kısılması, Netanyahu’nun kazandığı ikinci puandı lakin bu iki kazanım da çok uzun sürmeyecektir. ABD evinin haylaz çocuğu Netanyahu, nasihat dinemez ve fırsatı değerlendirirse İran, yine karşılık verecektir.

> ABD’nin tutumunu nasıl gözlemliyorsunuz?

ABD şu anda Ukrayna savaşına fazlasıyla yoğunlaşmış durumda fakat Ukrayna’da Zelenski’den umduğunu bulamadı. ABD; hem Ortadoğu hem de Ukrayna’daki savaşı birlikte yürütmekte zorlanıyor ve Filistin savaşının bölgesel bir savaşa dönüşmesini istemiyor. Öte yandan Batı, İsrail’i Arap dünyasının bağrında bir hançer olsun, Batı’nın çıkarlarını korusun diye kurmuş ve İsrail’e her türlü desteği vermişti. Fakat şimdi ortaya çıkan tabloda; İsrail bırakın Batı’nın çıkarlarını, kendini bile koruyamıyor. Sina’daki Dimona bölgesinde birkaç atom bombası ve nükleer silahı var olmakla beraber İsrail, Hamas ve Hizbullah karşısında etkili olamadı. Batı’daki strateji uzmanları ve Pentagon tabii ki bunu tartışacak. Hamas’ın 7 Ekim saldırısından sonra Amerikalı uzmanların hazırladığı ilk rapor da bu yöndeydi ve ABD uçak gemisi bu yüzden Akdeniz’e gönderildi. Kısaca, İsrail artık eski İsrail değil ve eski vurucu gücü yok. Fakat bu durum ABD’nin onu terk etmesine değil, tüm gövdesiyle İsrail’e destek olmasına da yol açabilir.

> Rusya ve Çin’in tavırları da önemli tabii. Bu iki ülkenin açıklama ve adımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsrail, Ukrayna savaşı öncesi Rusya’yı hedef almıyor, polemik yaratmıyor ve Rusya’ya karşı orta yol izliyordu fakat Ukrayna konusunda saf değiştirdi. Rusya bu durumu, kendine atılan bir kazık olarak değerlendirdiği için İsrail aleyhine bir tutum aldı. Rusya, aynı zamanda jeopolitiği değerlendiriyor ve Arap ülkeleriyle ilişkiler geliştiriyor. Putin bir istihbaratçı ve istihbaratçılar, birden fazla ipte oynamayı sever. Mesela Putin’in, Erdoğan’dan sonra en çok görüştüğü kişi Netanyahu’ydu.

> Rusya, İran ve Çin’in güçlü stratejik bağları açısından bakarsak…

Çin ve Rusya’nın, İran’a her zaman destekleri ve yürürlükteki ticari anlaşmaları mevcut. Askeri kapsamda ise İran çökerse Rusya’nın güneyi ABD tarafından tümüyle kuşatılmış olacak. Çin açısından da aynı tehlikeli durum geçerli. Son dönemde jeopolitik kavramı fazlaca militaristleşti ve operasyonlarla birlikte yürütülüyor. Rusya şu anda jeopolitik durumu değerlendirirken, yaptığı açıklamada BM ülkelerine “İsrail’in yaptığı saldırıyı görmezden gelip, İran’ın misillemesini öne çıkarıyorsunuz.” eleştirisinde bulundu. Çin ise öteden beri temkinlidir ama tarafını belli eder. Çin şu anda; Rusya gibi sert ve aceleci olmak yerine, zamanı gelince hamle yapmayı tercih ediyor.

> Körfez ülkelerine gelirsek; İran’ın misillemesinden biraz ürktüler sanırım, ne dersiniz?

Tabii ki. Körfez ülkeleri muhtemelen “Biz ne güzel İsrail’le iyi geçiniyorduk, işimize çomak sokuldu.” diyorlardır. Fakat halklar ve sokaktaki insanlar, İran’ın misillemesini sevinçle karşıladı, diyebiliriz.

 

 

 

Artık Verne’in Hetzel’e mektuplarının tonu da değişmişti. Aralarındaki iş ilişkisinin genel tonu, baba/oğul ya da usta/öğrenci ilişkisinden, toy Verne’in itaatkâr tonundan çıkmıştı. Verne, hâlâ samimi ve dikkatli bir şekilde hürmetkâr olmasına rağmen, eski akıl hocasına karşı geri adım atmayı reddeden bir yere geçmişti. Anlaşmazlıklar durumunda eşitler arasında profesyonel bir ilişkiyi savunuyordu.

“Mektubunuz beni iki gün boyunca çok rahatsız etti ve yanıt vermeden önce üzerinde uzun uzun düşünmek istedim. Hissetmediğim bir şeyi tasvir etmekten tamamen acizim. Açıkçası, ben Kaptan Nemo’yu sizin gibi görmüyorum. Kaptan’ın bu korkunç eylemini ona yönelik provokasyonla haklı çıkarıyorum. Nemo gemilere sadece batırmak için saldırmaz; saldırılara karşılık verir. Mektubunuzda söylediğinizin aksine, hiçbir yerde öldürmek için öldüren bir adam tasviri yapmadım. O, içinde yaşadığı ortam nedeniyle zaman zaman öfkelenen bir adamdır. İnsanlığa olan nefreti kendisinin ve sevdiklerinin çektikleri ile yeterince açıklanmaktadır…. Bana köleliğin kaldırılmasının çağımızın en büyük ekonomik gerçeği olduğunu söylediniz. Buna katılıyorum, ama burada tamamen alakasız. (…) Eğer Kaptan Nemo köle tacirlerinden intikam almak isteseydi, Grant’ın ordusunda hizmet etmesi yeterli olurdu… Özetle, mektubunuz beni gerçekten endişelendirdi. Yine de, her zaman yaptığımız gibi ilerleyerek bu işi çözebileceğimizi düşünüyorum. Metni sonuna kadar tekrar okuyun…. Gözlemlerinizi yapın ve ben mümkün olan her şeyi dikkate alacağım. Jules Verne“

Bu mektuptan sonra ilişkileri dikiş tutmadı.

*
Nellie Bly, Verne ailesini ziyaret etmiş, ana hikâyeye başlamak üzere Calais’e gidiyordu. (1889) Tren Calais’e vardığında Nellie ve meslektaşı birbirlerine veda ettiler. Meslektaş Londra’ya dönmek üzere hareket etti. Nellie ise Bay Fogg ve Jean Pass’ın, 17 sene önce yolculuklarına başladıkları noktaya ulaşmış olarak birazdan Paris, Torino, Brindisi yönünde takibe başlayacaktı. Bay Fogg’un adımlarından haberdardı. Onun yolculuk notlarını okumuştu. Bay Fogg, Paris’e ulaştıktan hemen hemen birbuçuk saat sonra İtalya’ya doğru yola çıkacak, Torino üzerinden Brindisi’ye ulaşıp gemi ile Süveyş’e geçecekti.

Nellie’nin yolculuğu, Bay Fogg’un yolculuğu gibi birinci mevkide, dakik ve pürüzsüz değildi. Brindisi’ye gitmek üzere Calais’de bindiği tren, bir posta treniydi. Trene yirmi iki yolcu kapasiteli bir vagon eklemişlerdi. Vagon Nellie’nin “kutucuklar”dediği yataklı kompartımanlara bölünmüştü ve Nellie kutucuklardan birini baba kız iki İngiliz ile paylaşıyordu. Bir ara günlüğüne şu notları düştü: “Kompartımanı, hayatımda gördüğüm en güzel yanaklara ve en zengin altın sarısı saçlara sahip olan güzel bir İngiliz kızla paylaşıyorum. Kış ve bahar aylarını geçirmek üzere hasta olan babasıyla birlikte Mısır’a gidiyorlar. Baba kültürlü, geniş görüşlü bir adam. Konuşmasını sık sık kesen ve ince bedenini sarsan bir öksürüğü var. Fakat mizah anlayışı öksürüğünün bana verdiği tedirginliği örtüyor.”

Bay Fogg ve Jean Pass, Paris treninde (1872)

Paris’e yaklaştıkça Jean Pass’ın heyecanı artıyordu. Paris’i özlemişti. Parisliler, Prusya ordularının kuşatması altındayken veya Komün barikatları ardında monarşi orduları ile çarpışırken Jean uzaklardaydı. Aklı burada kalmış, içi içini yemişti. Arkadaşlarına ne olmuştu acaba? Bayan Colette ve teyzesi Anette ne yapmıştı? Jean, Londra’da olduğu günlerde, sürgün edilen Parisliler’e yardım toplantılarına katılmış, arkadaşlarının izini bulmaya çalışmış fakat bir sonuç elde edememişti. Başka şehirlere dağıldıklarını düşünmeyi daha doğrusu ummayı tercih etmişti.

Tren Paris’e vardığında hava yağmurluydu. Jean, Paris havası solumak için perona indi. Gare de Nord istasyonunda, yolculardan kibarca bir şeyler dilenenleri, güvercinleri ve peronda bekleşen yeni yolcuları gördü. Genç bir kadın bir kaç kelimelik İngilizce ile Jean’den bozuk para istedi. Yıllarını verdiği şehirde bir yabancı gibi karşılanmak Jean’ı sarstı. Kadına istediğini verdi ve şehrin onu silmiş, unutmuş olduğuna dair duygu ile başa çıkmaya çalıştı.

Peronda aniden beliren birkaç genç, yolcuların arasında kuş sürüsü gibi uçuşup bildiri dağıttılar. Çok genç bir kadın hızla geçerken “şiir sever misiniz bayım?” diyerek Jean’ın eline bir sayfa tutuşturdu. Polis düdüklerinin tiz, sevimsiz sesleri duyuldu. Gençler ellerindeki bildirileri havaya saçarak ortadan kayboldular. Jean elindeki bildiriye göz attı: “Gözler kupkuru, yaş yok gözlerde bir damla / Oturmuşlar tezgâhları başına, diş bilerler, / Dokuruz kefenini senin, hey Almanya, Almanya…”
Tüm sayfa boyunca bir şiir devam ediyordu: Yuf o tanrıya, tapındığımız tanrıya/soğuk kış gecelerinde biz, aç çıplak/ yalvardık yakardık, umutlandık, bekledik boşuna, / komadı bizi insan yerine, aldattı bizi, alay etti acımızla. / Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha! Jean, sayfayı cebine attı. Peron yine az önceki sakinliğine, güvercinler, dilenciler ve trene binmeye çalışan yolcular olağanlığına dönmüştü.

Yolculardan biri, muhtemelen 40’lı yaşlarda bir kadın elinde ağır bir valiz ile trene binmeye çalışıyor fakat valizin ağırlığı nedeniyle vagon basamaklarında zorlanıyordu. Jean, yardım etmeyi düşünerek kadına doğru yürüdü. O anda genç bir adam kadının yanında belirdi, yardım etmek için izin istedi ve valizi taşımayı üstlendi.

Jessie White Mario ile Menâpirzâde Nuri Bey’in tesadüfi tanışmaları

Valizi taşıyan genç adam, Osmanlı yönetiminin bir muhalifi Nuri Bey idi. Padişah yetkilerinin kısıtlandığı, seçilmiş parlamenterlerin yasaları yaptığı meşrutiyet yanlısı Yeni Osmanlılar Cemiyeti mensubuydu. Ünlü yazar Namık Kemal’in de aralarında olduğu bu gizli Cemiyet, hükümet tarafından takibe uğradı. 1867 senesinde bazı üyeleri tutuklandı ve Akdeniz’in doğusunda bir kıyı şehri olan Akka’ya sürgün edildiler. Nuri Bey, Cemiyet mensubu diğer iki arkadaşı, Beyzade Mehmet ve Kayazade Reşat Bey ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Prusya Ordusu Paris’e doğru yürürken şehirde idiler.
1870’de Prusya ordularının yaklaşmaları üzerine şehir savunmasını üstlenen General Trochu kentin savunmasında görev almayacakların kentten ayrılmasını istemiş, pek çok insan Paris’i terk etmişti. Beyzade Mehmet, Kayazade Reşat ve Menâpirzâde Nuri Bey, yirmili yaşlarda üç genç olarak Paris savunması için gönüllü oldular.

Fakat 3. Napolyon, şehri savunurken bağımsız bir ruh yaratan, bazı vergileri kaldıran, monarşiyi tehdit eden fikriyata ve uygulamalara sahip komüncüler ile yol yürümektense Prusya’ya teslim olmayı tercih etti. Monarklar birbirlerinin üzerine ordular ile yürüseler de, karşılıklı oturup bir kadeh içebilmelerini sağlayan aristokratik gelenekleri vardı. Mesela Korsikalı topçu yüzbaşılığından, Fransa’nın birinci adamlığına yükselen Napolyon döneminde Fransızlar ve İngilizler gırtlak gırtlağa savaşırken bile, Bonapart’ın sevgilisi Josefin’e gül fideleri gönderdiği gemiler, İngiliz savaş gemilerince saldırıya uğramıyorlardı.
Neticede Fransanın Prusya ordusuna teslim olmasından sonra, Yeni Osmanlılar Cemiyeti mensubu üç genç adam Brüksel’e geçtiler. Daha sonra Menâpirzâde Nuri Bey, şahsi bir nedenle Paris’e döndü. Bir süre sonra haklarındaki tutuklama kararının kalktığını, affedildiklerini öğrendi ve İstanbul’a dönmeye karar verdi. Paris-Brindisi trenine bilet aldı. Yolculuk saati gelince istasyona gitti. Trene binmek üzere iken, bir hanımefendinin tren basamaklarında elinde valizi ile güçlük çektiğini gördü ve yardım teklif etti. Hanımefendi, yani Jessie White Mario, valizini teslim ederken genç adamın çehresinde İtalyan havası olduğunu düşündü ama Fransızcasında farklı bir aksan hissetti.

*
Haftaya: Jessie White Mario ile Menâpirzâde Nuri Bey’in tesadüfi tanışmalarına devamla.

Türkiye’nin yerel seçimlerinden sonra, Güney Kore’deki genel seçimlerde de, muhalefet “dönüm noktası” olarak adlandırılabilecek bir zafer elde etti. 10 Nisan’da gerçekleşen parlamento seçimlerinde, liberal muhalefet partileri ezici bir zafer elde ederek Başkan Yoon Suk Yeol ve onun muhafazakâr partisine büyük bir darbe vurdu. Muhalefet, her ne kadar “süper çoğunluğu” sağlayamadıysa da; muhalefetin elde ettiği çoğunluk, Başkan Yoon’u köşeye sıkıştırdı.

Ulusal Seçim Komisyonu’na göre, liberal-ilerici kanattan Demokrat Parti’nin (DP) ve uydu partisi, yeni meclisteki 300 sandalyenin 175’ini kazandı. Diğer bir liberal parti olan “Kore’yi Yeniden İnşa” da, 12 milletvekilliği elde etti. Meclis’in 254 sandalyesi, doğrudan oylama ise, kalan 46 milletvekilliği ise nispi temsil ie belirleniyor. Nisbi temsil için büyük partilerin oluşturduğu, “uydu partiler” başta olmak üzere bir çok parti yarışıyor. Emeklilerden balıkçılara, farklı kesimlerin oluşturduğu siyasi hareketler var.

Başkan Yoon “topal ördek” mi, “sizlere ömür ördek” mi?

Bu seçimlerin en önemli sonucu şu: liberal partilerin toplamı, 187 sandalye ile salt çoğunluk olan 200’e oldukça yaklaştı. Daha önce yazdığımız gibi, Güney Kore’nin bu seçimleri, Başkan Yoon’un geriye kalan üç yıllık görev süresine yönelik bir güven oylaması gibiydi. Ve Yoon, her ne kadar söz konusu olan başkanlık seçimleri olmasa da; kendisi için, “tamam mı”, “devam mı” referandumuna dönüşen parlamento seçimlerinden güç kaybederek çıktı.

Parlamentonun üçüncü partisi “Kore’yi Yeniden İnşa”nın sloganı, Yoon’un kalan dönem süresine atfen “Üç sene çok uzun” idi. Ve eğer ki, liberal partilerin salt çoğunluğu mümkün olsaydı; Başkan Yoon’un görevinden azledilmesi gündeme gelebilecekti.

Evet; Yoon’un üç senelik görev süresi daha var. Ama “Kore’yi Yeniden İnşa”nın lideri Cho Kuk’un iddiası, Yoon’un artık sadece “topal ördek” değil; “sizlere ömür bir ördek olduğu”.

Yoon, başkan olduğundan bu yana %30 ila %40 arasında seyreden düşük onay oranlarıyla mücadele etti. Kendisine yönelik en büyük eleştiriler, artan fiyatlar başta olmak üzere ekonomik sorunları çözmekteki başarısızlığına odaklanıyor. Ancak bunun ötesinde; politika öncelikleri konusunda muhalefet liderleriyle işbirliği aramamak ve kilit mevkileri eski savcılar ve ortaklarıyla doldururken, skandallara karışanları da görevden almamakla da suçlanıyor.

Eşi Kim Keon Hee’nin dahil olduğu skandallar da, Yoon’un popülaritesini düşürdü. Kim’in bir papazdan hediye olarak lüks bir çantayı kabul ettiğini gösterdiği iddia edilen casus kamera görüntüleri yayınlandığını da hatırlatalım.

Ayrıca, yolsuzluk iddiaları, büyük şirket ağları Chaebol’lerin siyasette artan etkisine yönelik  algılar, yerel basına yönelik hakaret davalarında artış gibi gündem maddeleri de, Yoon’un yıpratan konulardı. Doktorların güçlü muhalefetine rağmen Yoon’un tıbbi reform yönündeki ısrarı da, gösterilere ve grevlere neden olmuştu.

Başarısızlık karşısında istifa dalgası

Kore’nin resmî haberajansı Yonhap’a göre, Başbakan Han Duk-soo, muhafazakâr Halkın Gücü Partisi’nin (PPP) uğradığı başarısızlığın ortaya çıkmasının hemen ertesinde istifasını sundu. PPP’nin lideri Han Dong-hoon da seçim yenilgisinin sorumluluğunu üstlenerek istifa edeceğini açıkladı. Han, “Halkın teveccühünü kazanmayan partimiz adına halktan özür diliyorum” dedi.  Başbakan Han Duck-soo ve Yoon’un güvenlik konularından sorumlu olanlar dışındaki tüm üst düzey başkanlık danışmanları da istifalarını sundu.

Yoon’un başkanlık özel kalemi Lee Kwan-seop, Yoon’un seçim sonucuna yansıyan kamuoyu duygularını “alçakgönüllülükle kabullendiğini”; bundan sonraki çalışmalarında, insanların ekonomik durumlarını iyileştirmeye ve devlet işlerinde reform yapmaya odaklanacağını söyledi.

Gelelim muhalefet cephesine: DDP lideri Lee Jae-myung, “Seçmenler beni seçtiğinde, bu sizin Yoon Suk Yeol yönetimine karşı verdiğiniz karardı ve Demokrat Parti’ye halkın geçiminin sorumluluğunu üstlenme ve bizlere, daha iyi bir toplum yaratma görevini veriyorsunuz” dedi. Lee, başkent Seul’ün batısında, muhafazakârların kalesi kabul edilen Incheon şehrinde bir sandalye kazanmayı başararak, önemli bir bireysel zafer de elde etti.

Bayramdır, güzel, anlamlı, kıymetli bir gelenektir; nicedir sadece “tatil” ile özdeşleştirilmiş olsa da.

Ölmüşlerimizi anar, mezarlarını ziyaret ederiz. Büyüklerimizin ellerinden küçüklerimizin gözlerinden öperiz. Bayramdır deyip daha temiz, düzgün ve mümkünse “bayramlık” niyetine alınmış yeni giysilerimizi giyeriz. Belki çocuklar çalar kapımızı ve onlara şeker, çikolata tutar, harçlık veririz.

“Nerede eski bayramlar” diye hayıflansak da, bayramdır işte ve her zamankinden daha iyimser, daha olumlu, güzel, barışçıl, insancıl duygular vardır içimizde.

Devir devran ve bayramlar çok değişti elbet, ama hiç değilse bu bayram hissiyatını yitirmesek hiç… Artık bayram kutlamaları sosyal medya, SMS ve whatssap mesajları ile yapılıyor. En çok barış diliyor insanlar birbirlerine, huzur ve sağlık diliyor, bayram gibi bayramlara dair özlemlerini paylaşıyor…

Hemen her vesileyle ne çok barış diliyoruz, ülkemiz için, dünya için, insanlık için. Bunun üzerine çok düşündüm bayram tatili niyetine bu tür günlerde hep yaptığım gibi “şehir nöbetini” bu kez geride kalanlara bırakıp yollara düşmüşken.

Kim, barıştan ne anlıyor acaba? Maalesef barış gibi evrensel bir kavramı bile herkes kendi ideolojik hassasiyetlerine göre anlamlandırıyor. Misal, “cihanda sulh” temennisinde aşağı yukarı bir beraberlik sağlayabiliriz sanırım; Gazze’deki vahşet son bulsun, Ortadoğu’da savaş ve çatışmalar bitsin, Rusya Ukrayna’ya saldırmaktan vazgeçsin… Peki “yurtta sulh” derken anladığımız nedir acaba?

Bu kadar çileli bir evveliyatı olmasına karşın, ırkçı faşist çevreler bir yana, hala Kürt sorunu konusunda, “Ben Kürtmüş, Türkmüş ayırt etmem arkadaş, benim için insan olmak önemli” türü anlamsız laflar edenler var ve “yurtta sulh” temenni ederken meramlarının ne olduğunu kendileri de bilmiyor. Bazılarına anlatabiliyorsunuz ama bazılarına ne deseniz, nafile; “Benim askerde en iyi arkadaşım Kürttü kardeşim sen ne anlatıyorsun?”

Meseleye bakış açısı bu minvalde olanların “yurtta sulh”ten anladıkları, sanırım “Türkçe konuş çok konuş” kampanyaları düzenleyen inkar ideolojisi militanlarının zihniyetiyle aynı nitelikte; “Herkes Türk olsa, Türkçe konuşsa sorun filan da kalmaz. İsterse Kürt olsun.” Peki Kürtlüğünü nasıl yaşayacak, Kürtçe okumadan, yazmadan, siyaset yapmadan, velhasıl hayatın her alanında kendi gibi yaşayamadan?

Ya inanç ve ibadetleri resmiyette hala tanınmayan Aleviler? “Azınlık” statüsündeki yurttaşlar? Kaldığı kadarıyla Ermeniler, Rumlar mesela? “Azınlık” bile kabul edilmeyen Süryaniler? “Yurtta sulh” dilek ve temennilerinin kapsama alanına giriyorlar mı? Biliyoruz ki “onlar” için de bazılarının temennisi, “olmasalar ne güzel olurdu” şeklinde. Bir zamanlar, “eski” denilen Türkiye’de mütedeyyin yurttaşlar için böyle düşünenler vardı… Memleket çok değişti, çok…

Bu örnekler de açıklıkla ortaya koyuyor ki barış, bir anda gerçekleşmesi mümkün bir şey değil; bir süreç sorunu. Bu sürecin işlemesi de, ciddi bir yüzleşmeye ve zihniyet devrimi gerçekleştirmeye doğrudan bağlı. Bu sürecin neresinde olduğumuz konusunda bazen iyimser, bazen kötümser demeyeyim de karamsar oluyorum doğrusu. Ruh halimiz memleket gibi nicedir. Ama bayramdır ve bayram duygusuna gölge etmeyelim, hiç değilse bu günlerde…

Bayramdır; klişe ezberlerin tutsağı olmayalım, aklımızı, mantığımızı, zekamızı kullanmaktan çekinmeyelim. Birbirimize barış ve huzur dilerken bu hissiyatın kıymetini, sahici sorunlarımız olduğunu unutmadan, bilelim. Bu dileğin gerçekleşmesinin bir değişim-dönüşüm, bir gayret, bir sorumluluk sahibi olmayı gerektirdiğini de…

Bayramdır; içi karanlıkla, nefretle, lanetle kararmış insanlardan olmayalım. Büyüklerimizin nasihat ettiğince, kalbimiz temiz, içimiz ferah ve vicdanımız canlı olsun…

***
Yakında “Dersim… Dersim… Yüzleşmezsek Hiçbir Şey Geçmiş Olmuyor” adlı kitabımın (2010) yeni belge ve bilgilerle gözden geçirilmiş yeni baskısı yayınlanacak. Bu yazının ana fikri, Dersim kitabımdan olsun: “…‪Bu coğrafyada birlikte yaşıyorsak ve yaşayacaksak, ancak birbirimizin derdini, davasını, acısını, sevincini kendimizde hissedebildiğimiz ölçüde ‘biz’ olabiliriz. ‘Biz’ olabilmek tek başına kimseyi değil, her rengi ve değeriyle hepimizi anlatır ve anlatmalıdır.‬”

Türkiye’nin yozlaşmış siyasetinde görev alan siyasetçilerin her konuşması, subliminal mesajlar içeriyor, her yaptıkları da.

Seçimler geride kalmış, CHP kanadı iktidarı almışçasına zafer sarhoşluğu yaşarken, AK Parti ve özellikle Erdoğan, alışık olmadığımız bir sessizlik içinde.

Tabii bol bol konuşan da çok. Bakın neler diyor, neler yapıyorlar?

Ekrem İmamoğlu’nun duası

Hep söyledik, İmamoğlu solcu bir lider değil, zaten kendinin de hiç böyle bir iddiası olmadı. İmamoğlu, siyaset sahnesine çıktığından bu yana merkez sağı temsil ediyor ve rakiplerinden farkı, laiklik anlamında birkaç adım önde olması.

26 Mart 2024 tarihli yazımda; İmamoğlu’nun “İstanbul’u tarikatlardan temizlediğini ve koruduğunu, söylemesi, laik seçmeni tam kalbinden vurdu.” demiştim. Fakat öte yandan her tuşa basma konusunda mahir bir siyasetçi olduğunu kısa zamanda kanıtlayan İmamoğlu; hem 6284’e, kadın ve çocuk beyanlarının istismar davalarında kabul görmesine kökten karşı Yeniden Refah Partisi ile anlaşarak oylarını almış görünüyor hem de Süleymancıların desteğini.

2 Nisan 2024 tarihli yazımda ise 2028 genel seçimleri için Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın adları ön plana çıkacak demiş, müesses nizamın Mansur Yavaş’ı makbul gördüğünü, İmamoğlu’nunsa öngörülemezliği ve bulanıklığının güven vermediğini belirtmiştim.

Geçen hafta mazbatasını alan İmamoğlu, makam odasına bir hoca getirip maaile dua ederek görevine başladı.

İnsanların inancını sorgulamak, kınamak, kimsenin haddine değil fakat inanç ve ibadeti şov haline getirmek ise kabul edilemez.

İmamoğlu ailesinin dua etmesi veya ibadetleriyle kimsenin bir sorunu olmamalı, aksine inancın erdem yaratan yanı açısından olumlu dahi görülebilir fakat bir kamu kurumunun makam odasında, kameraların karşısında yapılan ibadetin, erdem ve manevi yanının ön planda olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette ki hayır.

Öte yandan CHP’nin İmamoğlu’na oy veren laik seçmeni, bu durumu hiç hoş karşılamadı ve haklılar.

1789’dan 1905’e, Fransa menşeli olarak siyasal hayata giriş yapan laiklik ilkesinin, kamu kurumunun makam odasına din adamı getirtip ekranlarda ibadet yapmakla zerre bağdaşır yanı yok. Eğer Türkiye, siyaseten liberal bir İslam Cumhuriyeti olsaydı, ancak o zaman bu durum kabul edilebilirdi.

Üzerine CHP’nin laik seçmeni, siyasal İslamcı iktidara tepki olarak ve varlıklarını göstermek için İmamoğlu’na oy vermişken, onun ağırlıklı seçmenini yok sayıp bu hamleyi yapması, büyük bir hata.

Elbette eğer ülkemizde İslam’a ve Müslümanlığa karşı iktidar tarafından bir baskı olsaydı, bu baskıyı protesto etmek için eylemci bir tavır anlamında bu hamle yapılabilirdi. Fakat bakıyoruz, öyle bir durum da yok.

Hakeza Ermeni veya Musevi bir belediye başkanı da makamında ve kameralar karşısında inancına uygun bir ibadet yapma hakkına sahip mi ülkemizde? Oralara gelemiyoruz zira seçilemiyorlar.

İmamoğlu’nun din ve inanç düşmanı olduğuna dair herhangi bir saldırı da bulunmazken, neden bunu yaptı peki?

Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede yaşaması hasebiyle 2028 genel seçimlerine giden yolda, inançlı kesimden oy almayı hedeflediğinin mesajını verdiğini görüyoruz açıkça. Yani bu defa her tuşa basmak yerine, tek tuşa bastı İmamoğlu: Türk İslam sentezi.

İmamoğlu’nun, Türkiye’de iktidar olabilmek için sahiplenilmesi zorunlu olan bu sentezin Türklük ayağına dair nasıl bir adım atacağını ise, İstanbul’un çorba ittifakı da düşünüldüğünde, merakla bekliyoruz.

Size Özgür Özel mi diyelim, Ahmet Davutoğlu mu?

Ve Özgür Özel, hem manasız hem de yersiz açıklamalarına son hız devam ediyor.

Kronik CHP seçmenlerinin dahi onu çok sevimsiz ve itici bulduğu, sokaktaki insanlar “seçim başarısı” denince onun adını bile anmayıp sadece belediye başkanlarından bahsettiği halde Özgür Bey, çok özel bir adam olduğunu şimdiden düşünmeye başlamış, hadi hayırlısı.

Yanına aldığı en az onun kadar halktan kopuk, bürokrat ve donuk ekibiyle (Başta Ali Mahir Başarır ve Selin Sayek Böke) birbirlerini kutlayıp duruyor ve en büyüğün kendileri olduğuna inanıyorlar sanırım, zira tuhaf ve vizyonsuz açıklamaları, bunu gösteriyor.

Mesela; Sabah gazetesinden Yavuz Donat’a yaptığı açıklamada; “İki tane forvetimiz varken, kendimi öne çıkarmam.” dedi, 2028 seçimleri için Özel. Güzel bir benzetme yaptığını sanan Özel’in, forvet derken kastettikleri Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ken, kendi de haliyle teknik direktör oluyordu!

Oysa iç dünyasını bir yana bırakırsak, Özgür Özel’in hali, Tayyip Erdoğan’ın başbakan olarak atadığı Ahmet Davutoğlu’ndan farksız maalesef. Özel Bey, ‘ben başkanım, liderim, teknik direktörüm’ diyedursun, hatırlatalım ki bu söylemlerin halkta hiçbir karşılığı yok (Hatta Dilek ve Selim İmamoğlu kadar dahi karşılığı yok) Bu yüzden elbette 2028’de aday vs olmaması, ülke açısından faydalı olacaktır.

Mansur Yavaş’ın ise Özgür Özel’i zerre dikkate almadığı, her hali ve tavrıyla ortada. Aslına bakarsanız ittifaksız seçim kazanan Yavaş, şu sıralar kimseyi umursamıyor, konuşmadan ve bağırmadan kazanan enteresan bir başkan olarak, kendi çizgisinde yürümeye devam ediyor.

İmamoğlu açısından da böyle bir biatın zaten imkânı yok zira eğer İmamoğlu kurultayda, Özgür Özel yerine farklı bir ismi destekleseydi, o kişi genel başkan olacaktı ve bunu sokaktaki çocuk dahi biliyor.

“Forvetler ve benim adamlarım” muamelesi çektiği iki önemli başkanın, onun bu sözlerinden hoşnut olduğunu hiç sanmıyorum. Bildiğim ise Özel, boyundan büyük konuşmaya, bağırmaya ve kendini abartamaya devam ederse “tutmayın küçük enişteyi” sözlerine daha çok maruz kalacak ve aynı Ahmet Davutoğlu gibi “atandığının” bilincinde dahi olmadan, kendini tarihin çöp sepetinde bulacak. Hatta o zaman adı dahi hatırlanmayabilir: Ne Özel’di o arkadaşlar?

Nur topu gibi bir Van meselesi

Sanılanın aksine Van meselesi henüz çözülmedi. 29 Mart 2024 tarihli bir yerel mahkeme kararıyla memnu hakları elinden alınan Van belediye başkanı Abdullah Zeydan’ın avukatlarının, bu hukuksuz karardan habersiz olup, bizimle birlikte öğrenmeleri gerçeğinin de artık altını çizmenin zamanı. Büyük ihmaldi. Teknik olarak, Zeydan’la ilgili gelişmeleri takip edip, hukuksuzluğa anında itiraz etmeleri gerekiyordu.

Aslolaraksa ortada siyaseten bilinçli bir adım ve karar olduğunu, yerel seçim yenilgisinin bedelini yine Kürt siyasetçilerin ödeyeceğini görebiliyoruz. Bu noktada Zeydan’a mazbatanın verilmemesi kararından sonra Van’a giden ve desteklerini sunan muhalif kesimlerin tavrı, çok özeldi. Van halkı da başkanına sahip çıktı.

Öte yandan itiraz sürecinde yaşanacak herhangi bir hukuksal gelişme, Zeydan’ın mazbatayı tekrar kaybetmesine neden olabilir.

Abdullah Zeydan’ın hak edilmiş başkanlığına ve haklarına yönelik bu tavrı, sadece hukuksal bir mesele olarak görenler, yanılıyor. Emin olun ki eğer ortada malum hukuki süreç olmasaydı da “gözünün üzerinde kaşın var” tablosu, kolayca yaratılabilirdi.

Şu anda önemli olan, Kürt siyasetçilere yönelik olarak yaşanabilecek baskılara, nasıl karşı konulacağı ve sokak eylemleriyle mi karşılık verilecegi…

Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan

Devlet Bahçeli’nin bayram mesajını atlamayalım zira “Freddy’nin Kâbusları” gibi gündemimize düştü.

Bahçeli, Van’da Zeydan’a başkanlık yaptırmayacaklarını da açık seçik duyurmuş oldu. Aynı zamanda müesses nizamın varlığına nazire yaparak, ‘ülkenin güvenliği ve bölünmez bütünlüğü söz konusu olduğunda sandık mandık dinlemeyiz’ demeye getirdi.

Abdullah Zeydan, ülkenin güvenliği için neden bir tehditti peki? Daha görevine yeni başlayan ve henüz herhangi bir icraatta dahi bulunmayan Zeydan üzerinden verilen mesajlar, gerçekte sadece ona değil, tüm muhaliflereydi. Özellikle de elenmiş, bütünden ayrıştırılacak, “radikal ve keskin” olarak kodlanmış olanlara.

Devlet Bahçeli ve partisi MHP’nin sandıktaki oy oranlarına bakarak, böylesi bir açıklamayı ne cüretle yaptığını düşünenler ise yüzyıllık Türkiye Cumhuriyeti’ni hiç tanımıyor demektir.

Eğer son yerel seçimde Ak Parti ve DEM Parti arasında bir uzlaşma söz konusu olsaydı, şu anda gerek Devlet Bahçeli gerekse de partisi için geriye sayım günleri başlamıştı fakat tam tersi oldu ve DEM Parti, kendince haklı nedenlerle CHP’nin yanında konumlandı. Şimdi artık ne Erdoğan ne de Ak Parti, Devlet Bahçeli’den vazgeçebilir. Görünen o ki, bir süre daha birlikte yönetecekler ülkeyi ve elbette birbirlerine dokunmayacaklar.

Bahçeli’nin açıklamalarının, Erdoğan’a yönelik bir uyarı niteliği taşıdığını düşünenler de yanılıyor. Bahçeli sadece malumun ilanını yaparak, iktidarda olduklarının altını çiziyor ve hatta Erdoğan adına da konuşuyor artık.

Tüm bu susmayan siyasetçiler arasında bir kişinin sessizliği ise dikkat çekiyor: Tayyip Erdoğan.

Seçimden önce günde en az iki miting, bir iftar ve bir sahur programında konuşarak hiç susmayan Erdoğan, yine ürkütücü bir sessizlik içinde. Mutlaka ki yaşadığı yerel hezimetin krizini fırsata çevirmek için çalışmalar içinde. Bunu da bayram sonrası hep birlikte göreceğiz. Lakin belirtelim; Bahçeli’nin, yeni dönemin sinyallerini şimdiden verdiği çok açık.

Oysa güvenlik adı altında sertleşecek iç politikalar yerine, öncelikli gündem ekonomi olmalıydı. Patronlar kulübü, hayatından memnun olmaya devam edebilir lakin halkın sandıkta verdiği sert mesaj ise tamı tamına şuydu: “Yeter artık! Geçinemiyoruz.” Bu mesajı dikkate alacak mısınız ve alacaksanız neler yapacaksınız, iktidar kanadı. korkutma salvoları yerine halka önce bunun mesajını vermeli.

Güney Koreliler, 10 Nisan’da yapılacak genel seçimlerde sandık başına giderek, Ulusal Meclis’teki 300 temsilcisini belirleyecek. Liberal kanattan Kore Demokrat Partisi (DPK) şu anda Ulusal Meclis’i kontrol ediyor ve siyasi yelpazenin sol tarafındaki daha küçük partilerle beraber çalışıyor. Ancak, muhazakâr Halkın Gücü Partisi (PPP), 2020 seçimlerinde başkanlığı kazandı.

Güney Kore’nin siyasi sisteminde, “imparator başkanlık” olarak anılan, devlet başkanlığı makamı; gündem belirleme ve politika uygulama konusunda çok büyük bir yetkiye sahip. Bu nedenle de, pek çok politika konusu yürütme organı tarafından karara bağlanıyor.

Bu seçimler, Yoon Suk Yeol yönetiminin görev süresinin kalan üç yılına yönelik bir güven oylaması gibi. Belirttiğimiz gibi, Güney Kore Ulusal Meclisi’nin 300 sandalyesi var ve bu seçimde doğrudan seçilen 254 sandalye için 699 aday kaydoldu. Kalan 46 nispi temsil sandalyesi için ise, 253 aday yarışıyor.

Gündem muhafazakârların aleyhine işledi

Gündemde olan bazı konular, muhafazakârlar ve Başkan Yoon Suk Yeol aleyhine seçimleri etkileme potansiyeline sahip. Geçtiğimiz haftalarda hükümetin aldığı bazı kararları protesto için baş gösteren doktorlar grevi, hızla yaşlanan bir toplumda zaten sağlık alanında sıkıntılar yaşanırken, ciddi bir kriz yaratmıştı. Dahası, Başkan Yoon’un eşi, Kim Keon-he’nin hisse senedi manipülasyonuna karıştığı, iş başvurularında özgeçmişinde sahte bilgiler verdiği ve pahalı hediyeler kabul ettiğine dair polemikler de oldukça negatif gündemler oluşturdu. First Lady Kim’e, kamu görevlilerinin eşlerinin, 750 dolardan (yaklaşık 24 milyon TL) fazla değerde hediye almasını yasaklayan yasaları ihlâl eden lüks hediyeler alması nedeniyle, “Marie Antoinette” adı bile takıldı.

First Lady Kim’in,  lüks bir çanta hediyesi kabul ettiği casus kamera görüntüleri, 2023 sonunda ülkede çok tartışılmıştı. Sol görüşlü YouTube kanalı “Seul’un Sesi” tarafından yayınlanan video, Papaz Choi Jae-young’nin saatine yerleştirdiği gizli kamera ile gizlice çekilmişti. Dior marka çantanın maliyetinin, 3 milyon won (yaklaşık 71 milyon TL) olduğu belirtiliyor.

Yerel basında çıkan haberlere göre çantanın Eylül 2022’de First Lady’ye verildiği iddia ediliyor. Korea Herald gazetesi de, başkanlık ofisinin çantanın alındığını doğruladığını ve çantanın “hükümetin malı olarak yönetildiğini ve saklandığını” söylediğini bildirdi. Bu skandalın etkileri, aylardır Yoon’un üzerine gölgesini düşürüyor.

Yeşil soğan krizi

Başkan Yoon geçen ay Seul’deki bir alışveriş merkezini ziyaret ettiğinde yaşanan “yeşil soğan krizi” de, muhafazakârlara eleştiri oklarının yönelmesine neden oldu. Yoon, alışveriş merkezinde, devlet sübvansiyonu sayesinde geçici bir indirim fiyatı olan 875 won (yaklaşık 21 TL) fiyat etiketine sahip bir paket yeşil soğana bakan Yoon, “Birçok pazara gittim ve 875 won’un makul bir fiyat olduğunu söyleyebilirim” demişti. Hükümetin gıda sübvansiyonu politikasını övmek için yaptığı bu girişim, yeşil soğanın ortalama perakende fiyatları 3.000 won ila 4.000 won (70 ilâ 95 TL) arasında seyrederek son yılların en yüksek seviyelerine ulaşması nedeniyle ters tepti. Liberal Demokrat Parti adayları, seçim mitinglerine yeşil soğan getirerek, Yoon’u gıda fiyatlarını küçümsemekle ve halkın gerçekliklerinden kopmakla suçladılar.

Tabii ki, yeşil soğan krizi, buzdağının sadece ucu. Yoon’a yönelik suçlamalar arasında, büyük şirket ağları Chaebol’lerin siyasette artan etkisi de var. Ki, bu durum zaten Güney Kore tarihinde zaten yakıcı bir konu. Bunun dışında, seçmenlerin mesele ettiği konular arasında, konut piyasasındaki sıkı rekabet ve enflasyon; düşük doğum oranı; cinsiyet eşitsizliği; yerel basına yönelik hakaret davalarında artış; ve doktorların güçlü muhalefetine rağmen Yoon’un tıbbi reform yönündeki ısrarı da yer alıyor.

Tarafsız seçmen sonucu belirleyecek

Yoon, geçen sene de, 30 yaş altı genç seçmenler arasında son derece düşük popülaritesi olmasıyla gündem olmuştu. Yoon’a yönelik eleştiriler, partisi PPP’yi de etkiliyor.Gallup’un Kore şubesine göre, Mart sonu itibariyle, görev onayı %34 ve onaylamayanlar da %58 oranında.

Bu genel seçimde PPP’nin başarısızlığı, Yoon’un iç ve dış politika gündeminde istediklerini yapabilmesini zorlaştıracak. Muhalefet kontrolündeki yeni bir parlamento daha oluşması, 2027 seçimlerinde Yoon sonrasında PPP’den başka bir muhafazakâr başkanın seçilmesini engelleyebilir. Unutmayalım ki, Yoon da, 2022 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sadece yüzde 0,8’lik az bir farkla iktidarı DP’den geri alabilmişti.

Güney Korelilerin yüzde 30’u kendilerini muhafazakâr, yüzde 30’u liberal olarak tanımlıyor. Uzmanlar, Güney Kore’nin 44 milyon seçmenin yaklaşık yüzde 30 ila yüzde 40’ının siyasi açıdan tarafsız olduğunu ve bu sefer kimi destekleyeceklerinin 10 Nisan seçimlerinin sonuçlarını büyük olasılıkla belirleyeceğini söylüyor. Geleneksel olarak, Kore Yarımadası’nın güney kısmını kabaca batı ve doğuya bölersek Doğu tarafı, muhafazakâr ve Batı da, liberal.

Güney Kore’de güçlü, karizmatik politikacıların hâkim olduğu zayıf bir parti sistemi var. Bu durum da, siyasetin denge ve denetleme mekanizmalarını zayıflatıyor. Muhafazakârlar ve liberaller arasındaki kutuplaşma da, farklı görüşlerin temsiliyetini zorlaştırıyor.

Küresel ısınma uzun bir zamandır hükmünü icra ediyor.

2007 de Türkiye’nin en sıcak ve kurak yıllarından biri olmuştu.

Barajlarda yaşanan su kaybı ve yağışların azalması nedeniyle birçok il ve ilçede su kesintisine gidilmişti.

Her gün hızlanarak üzerimize gelen bu ağır tehdit karşısında ne yapmışız, alınan önlemler ne olmuş?

17 yıl sonra… Uzmanlar yağışların azalmasıyla meteorolojik kuraklık tehdidinin büyüdüğü ve Türkiye’nin 4’de 3’ünün kalıcı kuraklığa sürüklendiği uyarısında bulunuyor.

Ülke sadece depremin değil, susuzluğun ve kuraklığın da tehditi altında.

2007’de uzmanlar uyarmış ama kalıcı bir önlem alınmamış.

Hepsi medyaya yansımış ama gerekli tedbirler alınmamış.

Basın  Tarihi’nin çok öğretici yanlarından biri de ; aslında yaşadıklarımızın hiç birinin kader olmadığını, büyük bir aldırmazlığın sonucu olduğunu belgelemesi…

***

2007 sadece doğasal değil toplumsal sorunların da büyüdüğü bir yıl.

13 Nisan’da, andıç, darbe planları ve Genelkurmay’ın “sivil toplum örgütleri”yle ilişkisini haber yaptığı için Ankara Askeri Savcılığı’nın talimatıyla polis tarafından basılan  Nokta Dergisi yayınına son verdi.

***

18 Nisan’da ise toplumun hafızasında hala izleri bulunan korkunç bir katliam yaşandı.

Malatya’da Protestan cemaat ile yakın ilişkileri olduğu öne sürülen Zirve Yayınevi bürosu  basıldı.

Baskında Alman uyruklu Tilmann Ekkhart Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel öldürüldü.
Emre Günaydın’la birlikte yayınevi baskınına katıldıkları belirlenen 4 kişi, olayın hemen ardından yakalandı ve çıkarıldıkları mahkeme tarafından tutuklandı.

Bugün de bu cinayetlerin ardındaki gerçek hala ortaya çıkmadı.

***
Nisan biterken ülke bu kez “e-muhtıra” ile sarsıldı.

O yılın dökümünü veren medya bunu şöyle yorumladı:

“27 Nisan 2007 gecesinde Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayımlanan açıklamada, son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorunun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumda olduğu belirtilerek, ‘Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur’ açıklaması, TSK’nın Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı olarak istemediği olarak yorumlandı.

AK Parti cephesinden bu açıklamadan daha sert açıklama yapılarak ‘Genelkurmay Başkanlığı’nın başbakanlığa bağlı bir kurum olduğunun’ altı çizilirken, diğer siyasi partiler e-muhtıra olarak algılanan bu açıklamaya karşı bir demokratik duruş sergileyemedi.”

***

Aradan 17 geçmiş…

Huzur bulduk mu?

Ne gezer…

Niye bir türlü huzurlu bir toplum olamıyoruz?

Ya da şöyle sormalı, huzursuzluk kime yarıyor?

***

2007 ila 2024 kıyaslamasındaki kaybolmayan huzursuzluk konusunu uzatmayalım çünkü bugün bayram.

Her bayram “akide şekeri” kıvamında yazılmış eski bayram yazılarına döner bakarım.

Çetin Altan’ın Milliyet’te yazdığı “Fıkırtılar ve kıkırtılarla bayram tatili başlarken…” başlıklı yazısına rastladım.

Bir bölümü şöyle:

“Sanırım anısal yazılarda, bazen anlatım biçimi, yani ‘üslup’ içeriğe ağır basar…

Diyelim eski bayramlarda, anne-babalarıyla aile büyüklerini ziyarete gelmiş küçük çocuklara bayram harçlıklarıyla, birer de mendil verildiğini anlatıyorsun. Anlatıyorsun da, nasıl anlatıyorsun?

* * *
Türkiye’nin fıkırtılı, kıkırtılı bir ülke olmasının baş nedenlerinden biri; ‘yazı üslubu’ndaki Türkçe kuyumculuğunun, algılama dışı bir boşluğa yuvarlanmışlığı…

1926’da Yakup Kadri de aynı boşluktan şöyle yakınıyordu:

‘Çağdaş Fransız şairlerinden biri de kendisi için: ‘Ben suya taş atan adamım’ diyor; buradaki sudan maksat kamunun ruhu değil midir?

Şair bir havuz kenarında eğlenen bir çocuk gibi, bu suya taşlar atıyor ve her taş kendi ağırlığı ve büyüklüğüne göre birtakım halkalar açarak ve sesler çıkararak suyun dibine batıyor.

Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur.’

***

21’inci yüzyılın 11’inci yılındaki Kurban Bayramı arifesinde; ne çarşı pazarda bayram alışverişine çıkmışların, ne tatili geçirmek için yollara düşmüşlerin ilgileneceği bir konu, Yakup Kadri’nin de vaktiyle yakındığı ‘boşluk’…”

***

“Yazı üslubu”ndaki Türkçe kuyumculuğunun, algılama dışı bir boşluğa yuvarlanmışlığı…

Yazının yazılmasından bu yana 13 bayram daha geçti…

O boşluk adeta  şimdilerde dipsiz bir kapkaranlık kuyu gibi…

Ama bir ışık, bir ümit de var ülkede.

***

“Enseyi karartmayalım.”

Bir gün huzuru da buluruz, Türkçe kuyumculuğunun tadına da varırız… En azından bunu umabiliriz.

İyi bayramlar.

Bugün, Kuzey Amerika’da tam güneş tutulması yaşanıyor. Tutulma, 4 dakika 27 saniye sürecek ve Meksika’dan başlayarak ABD’yi boydan boya katederek, Kanada’ya kadar gözlenebilecek. Meksika’nın Pasifik Okyanusu kıyısında, Türkiye saati ile 8 Nisan 21.07’de Mazatlan kentinde başlıyor. Tam tutulma hattı, Meksika’dan sonra ABD’de Teksas’a doğru uzanacak. ABD’de hattın geçtiği rota, Teksas, Oklahoma, Arkansas, Missouri, Illinois, Kentucky, Indiana, Ohio, Pennsylvania, New York, Vermont, New Hampshire ve Maine’e doğru devam edecek. Güneş tutulmasının karadan izlenebileceği hat, Güney Ontario, Quebec, New Brunswick, Prince Edward Adası ve Nova Scotia üzerinden Kanada’dan geçecek. Tutulmanın karadan gözlenebileceği son nokta ve zaman, Kanada’da Newfoundland’ın Atlantik kıyısı, Türkiye saati ile 22.46 olacak.

Güneş tutulmasının izleneceği başlıca kentler, Meksika’dan Kanada’ya doğru şöyle sıralanıyor: Mazatlan, Torreon, San Antonio, Austin, Dallas, Fort Worth, Indianapolis, Cleveland, Buffalo, Rochester, Syracuse ve Montreal.

Bu seferki tam güneş tutulması, 21 Ağustos 2017’deki Büyük Amerika Tutulması’nın neredeyse iki katı sürecek ve çok daha fazla insan tarafından izlenecek. 2017’deki tam güneş tutulması, Oregon’dan Güney Carolina’ya kadar yaklaşık 20 milyon insan tanık olduğu bir doğa olayıydı. Her iki tutulmaya da, “Büyük Amerikan Tutulması” adı veriliyor.

Tutulmanın izlenebildiği yerlerde de, çeşitli kutlamalar ve özel organizasyonlar gerçekleşecek. Örneğin, Arkansas eyaletinde Russellville’de 300 çift, güneş tutulması esnasında aynı anda evlenecek. Tabii, güneş tutulması hattının geçtiği yerlerde, birçok müzik festivali, parti gibi eğlence aktiviteleri de gerçekleşecek.

Amerikan yerli halkları için önemi büyük

Amerika’da kültürel olarak tam güneş tutulmasına en çok önem verenler ise, Amerikan yerlileri. Yerli halkların kültüründe tutulma eğlence veya izlenecek görkemli bir doğa olayı ötesinde anlamlar taşıyor. Yerli kabilelerin tam güneş tutulmasında birbirlerinden farklı gelenekleri var: Bazı kabileler tutulmayı kutlarken, diğerleri bu dönemi içe kapanarak geçiriyor. Ancak genel inanış, bu doğa olayı gerçekleşirken Güneş’in öldüğü ve yeniden doğduğu. Bu doğuşun kutlamalarla karşılaşması gerektiği inancına sahip olanlar da var; yaşamın döngüsüne saygıyla ve meditasyonla geçirilmesi gerektiğine inananlar da…

Yerli kabilelelerin ortak noktası ise, güneş tutulması gerçekleşirken gözlerini gökyüzüne dikmemek, yiyip içmemek, uykuya dalmamak. Navajolar, tutulmayı ruhani bir dönüm noktası sayarak, meditasyon için çok özel bir zaman olarak düşünüyor. O nedenle, onların geleneksel tercihi, tutulma zamanını sakin ve sükunet içinde geçirmek. Arizona’daki Hopiler, tutulmanın dua etme ve kutsal sözlerin tekrarlandığı ritüellerle geçirilmesi gerektiğine inanıyorlar.

Buna karşılık, Cherokeeler’in tercihi ise, tutulma esnasında dışarı çıkmak ve bol bol ses çıkarmak. Bunun sebebi de Cherokeelerin, tutulma sırasında Güneş’in dev bir kurbağa tarafından yenmeye çalışıldığına inanmaları.

 Astronomik olarak neden özel?

Güneş tutulması, yalnızca yeni ay dönemlerinde; yani Ay ve Güneş’in Dünya’nın aynı tarafında hizalandığı dönemde görülüyor. Yeni ay, yaklaşık 29,5 günde bir meydana gelir. Bu da, Ay’ın Dünya yörüngesindeki dönüşünün süresine denk geliyor. Ancak, bu her ay güneş tutulması olacağı anlamına gelmiyor; güneş tutulmaları, yılda yalnızca iki ilâ beş kez gerçekleşiyor. Tam Güneş tutulması ise, dünya yüzünde aynı yerde sadece 400 yılda bir gerçekleşiyor.

Bunun sebebi de şu: Ay’ın Dünya’nın etrafında dönüşüyle, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesinin aynı düzlemde olmamasıdır. Ay, Dünya’ya göre yaklaşık beş derece eğik olduğundan; çoğu zaman Güneş ile Dünya arasında kaldığında gölgesi Dünya’ya düşemeyecek kadar yüksekte veya alçakta oluyor.

Modern astronomiye benzer bir açıklamayı ilk yapan ise, Milattan Önce beşinci yüzyılda yaşayan Yunan filozofu Anaksagoras: kendisi, Ay’ın gölgesi Dünya’nın üzerine düştüğünde Güneş tutulduğunu öngörebilmişti. Tarihçi Herodot’un iddiasına göre, astronom Miletli Thales de, MÖ 585’teki tam Güneş tutulmasını tahmin ettiği söyleniyor. Bu tutulma, Lidyalılar ve Medlerin, birkaç yıldır devam eden savaşlarında yeni bir çatışmaya giriştikleri sırada gerçekleşti. Herodot’a göre, tutulmanın yarattığı şok, çatışmayı durdurdu ve barışı getirdi. Thales’in de bu tutulmayı öngördüğü iddia ediliyor. Thales, malum Milet, bugünkü Aydın yakınlarındaki bir antik kent. Lidyalılar ve Perslerin bahsedilen çatışmasının da, yine Anadolu’da gerçekleştiği öne sürülüyor-her ne kadar kesin bir kanıt olmasa da. Görüldüğü gibi, tutulmalar tarihinin Türkiye’nin bulunduğu coğrafya ile de böyle bir ilgisi var. Ne var ki, Türkiye’de tam bir Güneş tutulmasının gerçekleşmesi için, 30 Nisan 2060’a kadar beklemek gerek.

AK Parti’nin rüyasında (veya daha doğrusu kabusunda) bile görmediği bir 31 Mart tablosu ortaya çıktı. Şimdi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim sonuçlarına tepki vereceği; “sertleşme” mi, yoksa “yumuşama” mı yönünde tercih kullanacağı da tartışılıyor.

İki yazıyla, “yumuşama” ve “sertleşme” tezlerini ele alacağız.

Öncelikle, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim kayıplarına tepkisinin, bugünlerde hemen net biçimde okunacak biçimde gerçekleşmesi ihtimali düşük. Seçim gecesi gerçekleştirdiği konuşmasında başlattığı “hasar kontrolü” devrede şu an için.  Cumhurbaşkanı’nın, Düzce Belediye Başkanlığına yeniden seçilen Faruk Özlü’yü telefonda tebrik ederken, “Takma kafana, zaferin küçüğü büyüğü olmaz. Zafer zaferdir.” sözleri de, “hasar kontrolünün” bir başka örneği…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın asıl tepkisi ise önümüzdeki haftalara; belki aylara yayılacak. İlk sinyallerin ise, bayram dönemi sonrası olması muhtemel…

“Yumuşama seçilir” dışarıdan yapılan bir yorum

“Yumuşama”, AK Parti dışından gözlem yapanların yakıştırdıkları bir niteleme. “Yumuşama” ile, AK Parti’nin hak ve özgürlükler alanında daha “açık” davranacağı, yargının siyasallaşmasından geri adım atacağı ve hukuk devleti normlarına geri döneceği bir dönem tahayyül ediliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “yumuşamayı”, sadece AK Parti’yi iç siyasetteki eski başarı çizgisine çekmek için değil; ekonomik kaygılarla da tercih edeceği öne sürülüyor. Hem iç dengeleri sağlama, Batı ile ilişkilerini geliştirerek dış yatırım çekmek için bu yolu seçeceği düşünülüyor.

Dışından AK Parti’ye bakarak, Cumhurbaşkanı’nın tercihinin “yumuşamadan” yana olacağını iddia edenlerin tezleri mantıklı ama tek bir sorun var: AK Parti’de, “hak ve özgürlükler”, “hukuk devleti” gibi meselelerden bahseden yok…

AK Parti’nin Daha ziyade, AK Parti’nin eski siyasetçi isimlerinin de desteğiyle, 2002’deki “fabrika ayarlarına” dönülen bir döneme atıfta bulunuluyor: ancak, hangi politikalarla bunun yapılacağından ziyade, yeniden bir yükseliş dönemine girilmesi arzusu ifade edilmiş oluyor sadece.

“Altın Çağ” özlemi

Bu açıdan, Klasik Osmanlı tarihi okumalarında tasvir edilen, “Çöküş Dönemi’nde, Altın Çağ’a dönüş” tartışmalarındakine benzeyen bol özlemli bir hevesten başka bir şey yok ortada.

Hatta; AK Parti’nin hafta başındaki “seçim özeleştirisinden” dışarı yansıyanlara bakıldığında, ekonomi ağırlıklı yorumlar hâkim. Örneğin, kaynağı belirtilmeyerek, “AK Parti kurmaylarından” kamuoyuna yansıtılan şu ifadeleri ele alalım:

“Makro anlamda hizmet yapıyoruz ama mikro anlamda da vatandaşın cebine bir şeyler girmeli. Yol, tünel yapıyorsun ama benzin fiyatı almış başını gitmiş, ücretleri yüksek, zaten o yolu kullanmıyor ki karşılık bulsun”.

Benzer şekilde aynı haberlerde yer alan şu satırları ele alalım:

“Parti kurmayları seçmenin oylamanın “1 hafta-10 gün öncesinde tutum değiştirdiğini dile getiriyor. Bunun en önemli nedeni olarak da, emeklinin ‘ek zam’ beklentisinin karşılanmaması gösteriliyor.”

Bir de, örtük “başkanlık sistemi” eleştirileri var:

“Sandığa giden tepkili veya muhalif seçmen ise kaybettirmek için AKP karşısındaki en güçlü adaya yöneldi.

İstanbul, Sivas, Adıyaman, Kastamonu gibi yerler bu nedenle kaybedildi. Parti kurmaylarına göre yerel seçimlerde, başkanlık sisteminin de getirdiği keskin ayrışma ‘üçüncü partilere şans tanımadı.’”

Bu eleştiride dahi, “başkanlık sisteminin” sanki bir teferruatmış gibi geçtiğine dikkat çekelim.

Bir de, Cumhur İttifakı’nın en büyük ortağı MHP’ye, yine örtük şekilde dile getirilen serzenişler oldu. Yine MYK sonrası dışarıya yansıyan yorumlardan biri şöyleydi:

“Bir başka etken olarak ise, MHP ile ittifak dışında kalan yerlerde, iki partinin çekişmesi nedeniyle CHP’nin aradan sıyrılması gösteriliyor.”

Cumhurbaşkanı kimi sorumlu görüyor?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın MYK’dan kapsamlı şekilde “sızdırılan” konuşmaları seçimdeki kayıpların sorumluluğu üç aktöre yüklüyor: AK Parti Teşkilatı, Genel Merkez ve adayların kendileri.

Konjoktürel nedenler olarak ise; hayat pahalılığı, artan enflasyon ve emeklerin memnuniyetsizliğine dikkat çekiyordu Cumhurbaşkanı Erdoğan…

Seçim kaybında etkili faktörler olarak diğer sıraladıkları ise, partililere yüklenebilecek durumlardı:

> İsrail’le ticaret eleştirilerine yönelik “Gazze’yi anlatamadık” ifadesi, aslında partiye dönüp de, “siz anlatamadınız” demek manasına geliyordu.

> “Kibir hastalığı” atfı; ki, bu ifadenin sonradan iktidara yakın medyanın haberlerinden ayıklandığını düşünürsek, demek ki en çok batan çuvaldız bu olmuş.

> Ve MHP ile ittifakta öngörülemeyen hatalar yapıldığı; ki, bunu da şöyle ifade ediyordu Cumhurbaşkanı:

“Hangi konumda olursa olsun bu partide hiç kimsenin ‘layüsel’ olmadığını milletimize göstereceğiz. Elbette bu öz eleştiri sürecinde hem ittifak olarak girip kaybettiğimiz, hem de Amasya, Kütahya, Kırıkkale gibi iki parti ayrı ayrı girerek özellikle CHP’ye kazandırdığımız il ve ilçelerin durumunu da masaya yatıracağız.”

Bu sözlerden çıkarabileceğimiz, AK Parti ve MHP’de ittifak organizasyonu yapan; nerelerde ortak, nerelerde ayrı girileceğinin pazarlığını ve hesabını yapanların da sorumlu tutulacağı…

“Yumuşamayı” AK Parti’de kim istiyor?

AK Parti’de seçim sonrası tartışmalar, daha çok faturanın kime kesileceği üzerinden yürüyor gibi gözüküyor. Ve tabii, “faturanın kesilmesiyle” vitrindeki aktörlerin yeniden şekilleneceği dönem için kendini göstermek isteyenler, “fatura mağduru” olmak istemeyenler arasında yeni bir köşe kapmacaya benziyor.

O nedenle de, AK Parti cephesinde yeni bir şey yok. Dışarıda tartışıldığı manasıyla, “yumuşamayı”; yani gerçek manada bir değişimi tartışan, öneren ve hatta düşünen de yok. Olsa, zaten bugünlere gelinmezdi. Bu gibi özeleştiriler, 2019 yerel seçimlerinden sonra; hele de, ikinci kez gerçekleştirilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı oylamasından sonra yapılırdı.

Neye doğru “değişileceğinin” kararını Cumhurbaşkanı Erdoğan verecek. Ve o karar, AK Parti’yi geride bırakmak bile olabilir. Tıpkı Rusya’da Vladimir Putin’in, partisi “Birleşik Rusya”dan bağımsız bir “devlet adamı”, “Kremlin’in lideri” gibi bir konuma kendini yükseltmesi gibi bir dönüm noktası da mümkün.

Nellie ve meslektaşı, Calais trenine bindiler. “Neden Hetzel konusunu açmam istenmedi?” diye sordu Nellie, “bence önemli bir konuydu.”

“Görüşmeye aracılık eden Parisli gazeteci Bay Sherard’ın aktardığı bir rica imiş.” diye cevapladı meslaktaşı. “Sanırım Bay Verne, doğrudan kendisi böyle bir cümle kurmak istemedi ve Bay Sherard’ı aracı kıldı.”

“Hmm” dedi kompartman penceresinden dışarıya bakan Nellie. Akşam karanlığında dışarıda bir şey görünmüyordu. Zaten dışarıda bir şeyler görmek için bakmıyordu Nellie. Bakmıyordu bile. Hetzel meselesini düşünüyordu.

Pierre Jules – Hetzel meselesi

Jules Verne, hukuk tahsil etmiş fakat edebiyata gönül vermiş genç bir adam olarak bilimsel gelişmelere, astronomi, meteoroloji, fizyoloji haberlerine derin ilgi duyuyordu. O yıllarda dünya eski ve yeni diye iki parçalı bir dünya idi. Muhafazakar durağanlık eskiyi, bilime inanan ve gelecekten olumlu şeyler bekleyenler yeniyi temsil ediyordu. Dünyaya dair başka bakış açıları, farklı tanımlar da vardı. Mesela sosyalistler, anarşistler gibi. Verne de önceleri bilimsel ilerlemelerin iyi sonuçlar getireceğine inanıyordu. Yenilikçiliğin saldırgan yüzünü gördükçe zamanla düşünceleri değişecekti. Fakat şimdilerde Avrupa’da uyanan Afrika’yı keşif merakı ile sıcak hava balonlarına duyulan taze heyecanı birleştirip Balonla Beş Hafta adlı gezi kitabı ile macera romanı karışımı bir şey yazmakla meşguldü.

Romanın kahramanları Afrika kıtasında tehlikeli anlar yaşayacaklar o esnada sayfaların arasına bilimsel, coğrafi bilgiler ve medeniyetsiz Afrikalılar sızacaktı. Kahramanlarımız bir balon ile gökten geldikleri için kendilerini tanrı zannederek tapınan veya korkup üzerlerine ok mızrak atan aşağıdakilerin ellerinden beyaz bir misyoner ya da rahibi kurtaracaklardı. Balonla Afrika’yı uçtan uca kat etmek fikrinin sahibi olan ve gözüpek bir kaşif olduğu söylenen Doktor Fergusson ve arkadaşlarının g.tleri aşağıya inmeyi, toprağa ayak basmayı yemiyordu. Aşağısı beyaz adam için vahşi hayvanlar, yerel kabileler gibi tehlikelerle doluydu. Vahşi hayvanlar ile kabile üyeleri aynı kategoride tanımlanan tehlikeler idiler. Yani Bay Verne’in 1863 senesinde, 30 küsur yaşına gelmiş bir adam olarak yanında dosya olarak gezdirdiği anlatısının kafası buralarda dolaşıyordu.

Eğer balondaki kahramanları yere inmiş olsalardı, beyaz olmayan insanlara tepeden bakan zihniyetleri ile pek uzun ömürlü olamayabilirlerdi. “Aşağıdakiler” kaşif ve din adamı görününce arkasından tüccar ve kraliyet ya da imparatorluk armalı askerlerin geleceğini öğrenmişlerdi. “Aşağıdakiler” bir kaşifin varlığının keşif kolu anlamına geldiğini, en ucuz keşif kolunun kaptan ve gemisi, gemi mürettebatı, zincirler ve gemi mahzeninde tıkılı kalmak olduğunu biliyorlardı artık. Eğer keşif kolu yüksek bütçeli ise o zaman kuş-böcek- bitki bilimciler, her gördüğünü çizebilenciler, olup biteni abartarak yazabilenciler, hülasa kelebek elbiseli adamlar geliyorlardı. Her iki durumda da genç oğlanlar ve kızlar zincirler ve gemi mahzeni ile tanışıyorlardı. Ve gemi yolda batmaz ise yolculuğun sonunda beyaz adamların köle pazarı dedikleri alışveriş merkezlerine ulaşıyordunuz. Sonrasında tanrı sizi korusun denilebilirdi belki ama burada tanrı da beyazdı.

Fakat beyaz adamla “aşağıdakilerin” ilişkisinde başka bir yol, ihtimal daha olabilirdi. Yani bence olsa daha iyi olurdu. Mesela beyaz adamlar (“adamlar” idiler çünkü yanlarında kadın olmadan geliyorlardı) hasat mevsiminden sonra, kuzeyin kuru rüzgarlarının sıcağı hafiflettiği günlerde, iyi hasat almış, güvenli ve mutlu bir köye denk gelebilirlerdi. Belki akşamları herkesin ateş başında çevrelendiği büyük eve misafir edilirler ve müziğe eşlik eden köy sakinlerinin arasına otururlardı. Kendilerine palmiye şarabı ikram edilirdi. Köy insanları içinde beyaz adamın kafasını kırmaktansa onu tanımak, tanışmak isteyen birileri olabilirdi. Arkadaşlar ile demlenmeyi seven nazik ve aylak bir müzisyen mesela. Beyaz adam eşek değilse kendilerini müziğe, yemeğe ve ortamlarına davet eden bu insanlara bir hediye vermek düşünceliliğini gösterebilirdi. Kumaş mesela. Kumaşı bu coğrafyada çok severlerdi. Naif ya da nahif mi olunuyor böyle bir ihtimali düşünüp dillendirince?

Fakat böyle olmadı. İngiliz Donanmasında saygın bir subayın oğlu, gözüpek kaşif, baloncu Dr Ferguson ve arkadaşları, keyifleri yerinde olduğu zaman “Yaşasın Kraliçe Viktorya! Yaşasın İngiltere” şeklinde sloganlar attılar, “aşağıdakilere” ateş ettiler ve yolculuğun bir yerinde balonlarına İngiliz bayrağı astılar. İngiltere’de, Dr Ferguson‘un üç katlı evinde, evin hizmetlileri, evi çekip çeviren aşçı, uşak, hizmetçi vs, Afrikanın göbeğinde balona İngiliz bayrağı asma olayını gazetelerden öğrendiler ve gurur duydular. Bahçıvan hariç. Bahçıvan İrlandalıydı.

Neticede Bay Verne, macera dolu anlatısını yazdı, bitirdi ve roman koltuğunun altında birçok yayıncı dolaştı fakat her defasında olumsuz cevaplar aldı. Ta ki yayıncı Hetzel’in kapısını çalana kadar. Balonla Beş Hafta, Hetzel tarafından yayımlandı ve bir anda büyük başarı kazandı.

Hetzel, Verne’den gençlere ve aile ortamına yönelik Eğitim ve Yenilenme Dergisi için başka “bilimsel kurgular” yazmasını istedi ve takip eden 24 yıllık işbirliği boyunca Verne’e “Olağanüstü Yolculuklar” dizisi için şahsen rehberlik etti. Hetzel, Jules Verne’in de büyük katkıları olan dergi ile 1867’de Fransız Akademisi’nden bilginin yayılmasına olan bağlılığı ödüllendiren Montyon Ödülü’nü aldı. Fransız Akademisi, uzak ülkelere giden, oraları keşfeden ve rapor, hatıra ya da roman şeklinde yazarak tecrübelerini Fransız halkına armağan eden girişimlere saygılıydı. Bu tavır sadece Fransızlar ile sınırlı değildi. Denizaşırı topraklara asker-tüccar-din adamı üçlüsü gönderme imkânı olan herkes için geçerliydi.

Başlangıçta Hetzel, Verne’e sadece yayıncısı, editörü ve edebi akıl hocası olarak değil, aynı zamanda genç çırağı için bir tür manevi baba olarak hizmet etti. İşbirliklerinin ilk yılları boyunca Verne, Hetzel’in öneri ve eleştirilerine karşı hem duyarlı hem de müteşekkirdi ve metinlerini her zaman buna göre değiştirdi. Bu erken dönem boyunca Verne’in yazışmaları, Hetzel’in kapsamlı katkıları ve rehberliği için neredeyse evlatça minnettarlık ifadeleriyle noktalanıyordu.

Ancak bu editoryal “balayı” Verne ve Hetzel’in Denizler Altında Yirmibin Fersah’ın bazı yönleri, özellikle de Verne’in önerdiği Kaptan Nemo tasviri ve Nemo’nun intikamının nedenleri konusunda tamamen anlaşmazlığa düşmeleriyle aniden sona erdi. Verne başlangıçta Nemo’yu, ailesini katleden Rus Çarı’na duyduğu yoğun nefret nedeniyle (1863-64 Polonya ayaklanmasının Ruslar tarafından kanlı bir şekilde bastırılmasına bir gönderme) şiddete sürüklenen parlak bir Polonyalı bilim adamı olarak tasvir etmişti. Ancak Hetzel, böyle bir kurgusal karakterizasyonun olası diplomatik sonuçları ve Verne’in kitapları için kârlı bir pazar olan Rusya’da kitabın yasaklanma olasılığı konusunda derin endişeler taşıyordu. Siyasi ve ticari nedenlerle, Kaptan Nemo’nun Ruslara tepkili Polonyalı bilim adamı olarak değilde köle ticaretinin yeminli bir düşmanı olarak tasvir edilmesini ve böylece Nemo’nun bazı deniz araçlarına acımasızca saldırması için açık bir ideolojik gerekçe sağlanmasını önerdi.

Verne buna şiddetle karşı çıktı. Sonunda ne Verne ne de Hetzel pes etti. Ve Denizler Altında 20 bin Fersah’ın son versiyonunda Kaptan Nemo’nun kesin nedenleri merak uyandırıcı bir şekilde belirsiz kaldı – en azından daha sonra Esrarlı Ada’nın son bölümlerinde yeniden belirip İngilizlerin amansız düşmanı ve Hindistan Prensi Dakkar olarak gerçek kimliği nihayet ortaya çıkana kadar.

*
Gelecek hafta : Jül Vern ve editörü Hetzel’in ilişkilerinin soluk rengine dair

“nazik ve aylak bir müzisyen” figürü Chinua Achebe’nin “Parçalanma” adlı romanından.
“kelebek elbiseli adamlar” tanımlaması , Ngũgĩ Wa Thiong’o, “Aradaki Nehir” adlı romanından.

31 Mart seçimleri birçok bakımdan kolay kolay unutulmayacak izler bırakarak gerçekleşti. Hatta uzun erimde bir dönüm noktasını ifade ettiği de rahatlıkla söylenebilir. AKP ve Recep Tayyip Erdoğan, 2002 yılından bu yana ilk defa net bir sonuçla seçim kaybetti. Bunun yerel seçim olması, siyasi açıdan anlam ve değerini kuşkusuz ki eksiltmez.
Maksat kayda girsin kabilinden seçimin bıraktığı izleri özetledim. Hepsi bu kadar değildir kesinlikle; eksikleri de siz tamamlayınız.

AKP ilk defa yurt sathında aldığı oylar itibarıyla ikinci parti durumuna düştü. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim kampanyasında öne çıkan şiarı, tehdit ve şantaj kokan “Oy verin ki hizmet gelsin” sözleriydi. Seçmen buna prim vermedi.

> CHP de uzun yıllar sonra ilk defa hem oy oranı hem de kazandığı belediye sayısı itibarıyla birinci parti oldu.

AKP ve Erdoğan’ın özel bir önem verdiği İstanbul’da Ekrem İmamoğlu yine kazandı. 2019 seçimlerine kıyasla oylarını artırmakla kalmadı, ilçe belediyelerinin çoğu da CHP’ye geçti. Belediye Meclisinde çoğunluk elde edildi. Kurum, Erdoğan ve çok sayıda bakanının İstanbul mesaisi, fiyaskoyla sonuçlandı.

DEM Parti, Şırnak başta birçok seçim bölgesinde “taşımalı seçmen” operasyonlarına karşın iddialı olduğu il ve ilçelerin çoğunda seçimleri kazandı. Şırnak’ta yurdun değişik yörelerinden otobüslerle oy kullanmak için şehre getirilen taşıma seçmenlere, “Koniş! Sen nerelisin?” diye soran Şırnaklı vatandaş, seçimlerin unutulmayacak sahnelerinden birine imza attı. DEM Parti’nin batı cenahında oy kaybetmesi kuşkusuz değerlendirilmesi gereken bir vakıa. Ancak İstanbul’da Kürt seçmenin İmamoğlu’na oy verme eğilimi, seçim günü yaklaştıkça çok net gözlemlenebilen bir gerçekti.

> Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun binbir fedakarlıkla Türkiye siyasetine monte ettiği MHP artığı İyi Parti, CHP’nin gölgesinden çıkıp AKP-MHP koalisyonuna dümen kırdıkça erimeye başlamıştı ve 31 Mart seçimleri de bunun finali oldu. Cumhur İttifakı nezdinde “kullanışlı” olma değerleri de iyice azaldı.

> DEM Parti Van’da büyükşehir başta bütün belediyeleri kazandı, “tulum” çıkardı. Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı seçilen Abdullah Zeydan’a, hukuk dışı, etik dışı, demokrasi dışı yargı görünümünde bir müdahale ile mazbatası verilmedi. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Zeydan’ın aday olmasında bir “mahsur” görmedi. Zeydan seçim kampanyası yürüttü, kazandı ve hemen ardından “memnu haklarının iadesi” ile ilgili daha önce itiraz edilmeyen mahkeme kararına itiraz edilerek bu müdahaleye “kılıf” bulundu. Seçimlerin ardından Erdoğan demokrasi ve milli iradeye saygı içerikli bir konuşma yapmıştı. Ancak Van’daki durum, “Peki bu ne?” dedirtti. Neyse ki diyelim, YSK Zeydan’a mazbatasını verdi sonuçta ve ayağa kalkan Van halkı, bu kez şehrin sokaklarını temizlek için seferber oldu. Van’daki gelişmeyle ilgili en önemli hususlardan biri de, kuşkusuz, gösterilen yaygın dayanışma idi. Dileyelim kime karşı olursa olsun herhangi bir anti demokratik tutum söz konusu olduğunda aynı dayanışma daha yaygın ve etkili biçimde sergilenir…

Seçimlerin en çok gündem olan bölgelerinden biri olan Hatay’da AKP kökenli CHP adayı Lütfü Savaş “kıl payı” denilen bir oranla seçimi kaybetti. Hatay’da İyi Parti, CHP ve sonunda TİP’ten aday olan, sonra TİP’in de “istemezük” dediği Gökhan Zan’ın hayli çeşitli, değişken ve dalgalı siyasi hayatı herhalde noktalandı. Hatay bu kez de Hassa ilçesinde seçimi kazanan AKP’li Selahattin Çolak’ın Alevi yurttaşlara nefretini dışa vurduğu “Afedersin Alevi” sözleriyle gündeme geldi. Bu belediye başkanı olmuş ama adam olamamış kişiyi partisi de kınadı, disipline verdi; ihraç edecekler mi, göreceğiz…

Konunun magazin boyutunu da ihmal etmeyelim diyeceksek eğer, bu alanda da malzeme çok ama benim tercihim, Buket Aydın isimli çok bilmiş medya fenomeni hanımefendi. “Fenomen” oluşu, sevgilileri veya maruz kaldığı estetik operasyonlarından ziyade, siyasi mevzularla ilgili hep çuvallamasıyla ilgili. En azından bence. 2019 yerel seçimleri öncesinde röportaj yaptığı dönemin CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun büyükşehir belediyelerini alacağız sözlerine kahkahalarla gülmüştü, hatırlarsınız. Bu seçimlerde de nereden icap ettiyse Ekrem İmamoğlu’na oy vermeyeceğini ilan etmiş, yetmemiş, alaycı bir ses tonuyla, “Ekrem İmamoğlu kiiim?” demişti. Siyaset, sosyoloji, felsefe uzmanı Tuğçe Kazaz’ın yolundan ilerliyor; potansiyeli var, olur bence.

Rasim Ozan Kütahyalı’nın (ROK) yürüttüğü “Kürtler, ayaklanın!” kampanyası da boşa çıktı. Malum, İstanbul’da DEM Parti adaylarına yüzde 8-9 dolaylarında oy çıkması (=Ekrem İmamoğlu’nun kaybetmesi) halinde Kürt meselesiyle ilgili Saray’ın açılımlardan açılım beğenin politikasına geçeceğini iddia ve ilan etmişti. “Kürtler niye lafımı dinlemedi ki?” diye şaşırmış olmalıdır.

> Bir de şu var: Öncesi için bir şey diyemeyeceğim ama son 10 yıldaki bütün seçimlerin öncesinde, Kemalist cenahta bir kesim var ve “Kürtler bizi yine satacak!” diye uykuları kaçıyor. Cümle aynen bu: Kürtler bizi yine satacak. Yine? Ne zaman “sattıklarını” sorunca, bir tane de olsa örnek isteyince, cevap vermek yerine ıkınıp sıkınıyorlar, “OdaTv’de görmüştüm” gibi laflar geveliyorlar. Başkanları, vekilleri, yöneticileri “içeride” olan, kazandığı belediyelere kayyum marifetiyle el konulan bir siyasi parti ve seçmenleri söz konusu. Bu tabloyu hatırlatıp “Bu ne biçim satış?” diye sorunca, iyi niyetli olanından “Hmmm, kafam karıştı şimdi” şeklinde yanıtlar alıyorum, ezberleri bozulmasın isteyenlerinden ise, “Ben öyle biliyorum!” diye kestirip atan cevaplar geliyor.

İnsanlar dışarıdan empoze edilmiş önyargılarını ısrar ve inatla sürdürmek yerine birbirlerine biraz daha yakından baksalar, dokunsalar, sanki her şey daha güzel olacak ve toplum daha fazla “biz” olmaya başlayacak…

 

Nihayet bitti. Yerel seçimleri de geride bıraktık ve ülke olarak gerim gerim gerildiğimiz, her türlü partinin reklam bombardımanına maruz kaldığımız seçim gündeminden kurtulduk. Bir dört sene, en azından bu açıdan rahatız.

Yerel seçimlerin yıldızı kuşkusuz CHP oldu ve sandıklara damgasını vurdu. 22 yıldır iktidarda olan ve sömürecek kanımızı dahi bırakmayan Ak Parti, sandıklardan çıkan sonuçlara göre; özellikle son dönemde git gide yoksullaşan, bırakın geçinmeyi dar boğazdan yuvarlanan halkın tepkisine maruz kaldı. Ak Parti oyarındaki düşüşü, öncelikle derin ekonomik krizin ve seçmenindeki bıkkınlıkla sandığa inançsızlık tavrının da etkilediği aşikâr. Zira Mayıs 2023 seçimlerine göre gerek heyecanın gerekse de katılımın çok daha düşük olduğu bir seçim süreci yaşadık.

Ekonomi ve demokrasi

Bu tablonun nedenlerini, en erken patronlar kulübü fark etti ve başta TÜSİAD olmak üzere art arda yaptıkları açıklamalarla hükümeti, “ekonomik programdan sapmamaya” davet ettiler. Ne de olsa hükümet, ekonomik programın oy kaybına neden olduğunu görünce başka yollara sapabilir, oylarını tekrar artırmak için faiz indirimine dahi gidebilirdi.

Öte yandan Ak Parti, yerel seçimlerin yenik partisi olsa da, gerek sandıklardan “oy çalma” taktiklerine başvurmaması gerekse de sonuçlara ilişkin -CHP’ye de nazire yaparak- “Milletin iradesine saygı duyacağız ve özeleştiri yapacağız.” açıklamasıyla pek de yıkık ve üzgün bir görünüm sergilemedi.

Bu durumun nedenlerinden biri; ekonomik krizin derinleştiği, para bulmanın zorlaştığı ve yurtdışında “Türkiye’de demokrasi yok.” şeklinde etiketlendiğimiz bir dönemde, “Bakın muhalefet de yerelde kazandı, Türkiye’de demokrasi tıkır tıkır işliyor.” mesajını verecek bir damarın bulunması, bu kapsamda da işlerin kolaylaşmasıydı.

Öte yandan her ne kadar seçim öncesi muhalefet temsilcileri “Erken seçim isteyeceğiz.” şeklinde bir şehir efsanesini kulaklara fısıldasalar da gerek siyasi gerekse de yasal olarak bunun hiçbir imkânı yok ve iktidar partileri, dört yıl daha yönetmeye devam edecek görünüyorlar. Muhalefetin yereldeki başarısıyla yakalanan dengenin, devlet politikalarını etkilemeyeceğini, belki de en net olarak, anlamsız yara bereler içindeki Devlet Bahçeli ilan etti zaten.

“Biz İstanbul’la anlaşırız”

Hatırlarsanız Ekrem İmamoğlu, seçimler öncesi “Biz İstanbul’la anlaşırız” demiş fakat DEM Parti İstanbul için iki aday göstererek yarışa ortak olmuştu. Yeniden Refah Partisi ise pazarlıkta anlaşamadığı Ak Parti ile yollarını ayırarak İstanbul için aday çıkarmıştı.

26 Mart 2024 tarihinde P24’te yayınlanan yazımda da belirttiğim gibi; Yeniden Refah Partisi ile lideri Fatih Erbakan, Ak Parti’nin yumuşak karnıydı ve Mayıs 2023 milletvekili seçimlerinde İstanbul’daki oy oranları yüzde 3.25’ti. Bu oran sonrasında, hem Türkiye geneli hem de İstanbul açısından yüzde 5 bandında seyretmeye başlamıştı.

DEM Parti’nin İstanbul oyu ise Mayıs 2023 milletvekili seçimlerinde yüzde 8.19’du. Bu tabloya TİP’in yüzde 4.04 oranını da eklemeden geçmeyelim.

Peki, ne oldu? İmamoğlu’nun yüzde 51.14 oy oranını yakalaması, Meral Danış Beştaş’ın yüzde 2.12’de kalması, Yeniden Refah Partisi’nin ise yüzde 2.61’de seyretmesi, her seçmenin kendi partisine ve adayına oy verdiği koşullarında imkânsızdı.

DEM Parti’nin yüzde 6 civarındaki oyu, direkt Ekrem İmamoğlu’na gitmiş, TİP’in yüzde 4’lük oyu Meral Hanım’a değil, İmamoğlu’na eklenmiş, Yeniden Refah Partisi’nin yüzde 3 civarı oyu da kendi adayları yerine yine İmamoğlu’na kaymıştı. Hal böyleyken, adı konmamış bir İstanbul ittifakından elbette söz edilmeli.

Yüzde 13 oranındaki oyu, kendi partisinin adayına oy vermeyen seçmenden alan İmamoğlu elbette yüzde 51’e ulaşıverdi. Sadece kendi seçmeninin oyunu alsaydı bıçak sırtı ve başa baş gidecek bir yarışta, ustalıklı anlaşmalar sayesinde rakibi Kurum’a açık ara fark attı ve İstanbul seçiminin parlayan yıldızı oldu.

Elbette ekleyelim; Mayıs 2023 milletvekili seçimlerinde CHP’nin oy oranı yüzde 28.33’tü. 31 Mart İstanbul seçimi sonuçlarına, sadece CHP seçmeni açısından bakacak olursak, yakalanan yüzde 38’lik oran, İmamoğlu’nun İstanbul’da CHP’ye yüzde 10’luk bir ivme kazandırdığının da göstergesi.

DEM Parti’nin taktiği

Tabii ki politik ve disiplinli DEM Parti seçmeninin, kafasına göre Ekrem İmamoğlu’na oy verdiğini söylemek abesle iştigal. Sandık sonuçlarıyla ortaya çıkan kayıp yüzde 6 oy, DEM Parti’nin İmamoğlu cephesiyle bir anlaşma yaptığını da gösterdi.

Elbette DEM Parti, her parti gibi istediğini yapmakta özgürdü ve muhtemelen bu politikayı barış yanlısı tavrıyla Ak Parti’yi zayıflatarak çözüm masasına çekmek için uyguladı. Öte yandan bir siyasi parti olarak kendini görünmez kılmak pahasına, CHP’den üç ilçe belediyesi ile çeşitli belediyelerde meclis üyelikleri ve kadrolar aldı. Bu taktikle çözüm masası amacına ulaşamayacakları ise seçimin hemen sonrasında iktidarın sergilediği sert tavırdan anlaşıldı.

Olası çözüm ve demokratik adımlar hayal olurken, iktidar tarafından ciddi ve sert bir operasyon sürecine start verildiğini; Van’da seçilmiş belediye başkanı Abdullah Zeydan’ın mazbatasının hukuksuz şekilde Ak Parti adayına sunulmasından ve Diyarbakır’da DEM Parti’nin açık ara farkla kazandığı galibiyete rağmen seçim sonuçlarına itiraz edilmesinden anlıyoruz.

İşin bir diğer olumsuz yanı ise yüksek profilli saygın bir isim olan Meral Danış Beştaş’ın, resmî oy oranının yerlerde sürünmesi oldu. Beştaş, her ne kadar haklı olarak “İmamoğlu’nun yüzde 7 oyu bizim.” açıklaması yapsa da, CHP seçmeni bu durumu inkâr etmeye devam ediyor.

Maalesef ki Kürt halkı, yine ağzına çalınan bir parmak balla görünmez kılınmaya çalışıldı. Bu kapsamda DEM Parti’nin, hem aday gösterip hem de CHP ile anlaşma taktiği, Kürt halkının çıkarları açısından ne kadar doğru ve faydalı oldu, bunu zaman gösterecek.

Tam burada Selahattin Demirtaş için ayrı bir parantez açmalıyım ki Demirtaş’ın bu taktiği onaylamak bir yana, İstanbul’da güçlü bir aday çıkararak tarafsız kalmak ve çözüm sürecine yönelmek istediğini düşünüyorum. Fakat Demirtaş ne konuşturuldu ne de bir hamle yapmasına izin verildi. İki tarafta da savaştan beslenenler ve mali kazançları halkların çıkarlarının önüne koyanlar,  eminim şu anda zevkle ellerini ovuşturuyorlardır.

Ankara’dan ‘Ankara’ya’ mı?

Mansur Yavaş, Ankara’da büyük bir farkla zaferi yakaladı. Yavaş’ın İmamoğlu’ndan farkı ise; hem herhangi bir görünmez çorba ya da torba ittifakın içinde yer almayıp bileğinin hakkıyla kazanması hem de netleşmiş çizgisiyle 2028 genel seçimleri açısından devlet mekanizmaları nezdinde daha kabul edilebilir bulunmasıydı. Bu durum, şimdilik liderlik açısından Mansur Yavaş’ı, İmamoğlu karşısında çok daha güçlü kılıyor.

İmamoğlu’nun, seçmen tarafından sempatik bulunsa da, ortaya karışık, öngörülemez, belirsiz tavırları ve duruşu, önümüzdeki dört sene içinde belirli bir raya oturduğunda,  elbette sandık dışındaki güçler onu da kabul edilesi görebilir. Bunu şimdiden bilemeyiz. Lakin Türkiye’nin bir İsviçre olmadığını ve kurulu devlet mekanizması çarklarının ne kadar köşeli ve sert işlediğini, acı tecrübelerle gayet iyi bilenlerdeniz.

Elbette umulmadık illerle (Adıyaman, Bursa, Afyon…) ilçelerde, umulmadık ve iktidara tepki açısından olumlu başarılar elde eden CHP, şu sıralar yerel zaferinin tadını çıkarıyor. Fakat burada unutulan; halkın partizanlıktan çok ekonomik krizin ağırlığı, bıkkınlık, tepki ve kutulaşma ile davranmış olduğu gerçeği. Bu gidişatta herhangi bir değişiklik olmadığı takdirde kitleler, iktidar partilerinden olduğu gibi muhalefet partilerinden de her an yüz çevirme tavrını belirleyebilir.

Hatay’da ise Lütfü Savaş’ı 15 yıllık saltanatından tepe taklak indiren Hatay halkı tebriki hak ediyor. Tam da kendinden beklenecek şekilde, zamkla yapışmışçasına koltuğu bırakmamak için ayak direyen Lütfü Savaş; bu uğurda ona bedenini siper eden anlamsız ana muhalefet lideri Özgür Özel’le birlikte, adliyelerden YSK’ya koşturup durmakta. Hiçbir şeyin değişeceğini sanmasak da Lütfü Savaş, bu bana neci ve sinsi mızıkçılığı bir süre daha sürdüreceğe benziyor, ta ki “Küstüm oynamıyorum.” diyene kadar. Sonrası ise yargılanma süreci olacak, altını çizelim.

Evet, bu sıkıcı seçim yazısını, CHP’nin güzelim kadın başkanlarıyla ferahlatmak isterdim lakin her ne kadar kadınları sonuna kadar desteklesem de son tahlilde sınıfsal baktığımdan ve Tansu Çiller adındaki bir kadının ülkeyi nasıl yönettiğine yakinen vakıf olduğumdan, bu kadın başkanlardan da fazla bir beklentim yok. Sadece eril dünyada öne çıktıkları için seviniyorum, bu kesin. Nihayetinde CHP’nin, aynı iktidardakiler gibi,  bir sermaye partisi olduğunu akıllardan çıkarmamakta ve onlara çaplarından fazla misyon yüklememekte fayda var.

Artık uzun süre seçim yazısı yazmak istemediğimi belirtip, barışın hayal olduğu son derece sert bir sürece gireceğimizin de altını çizerek bu sıkıcı yazıyı bitiriyorum ve umarım yanılırım.

Büyük bir bahar sevinci yaratan yerel seçimlerle irtibatlı haberler neler olur diye 2007 gazetelerine bakarken Londra ile Manş Tüneli arasındaki yüksek hızlı demiryolu hattının ikinci aşamasının 14 Aralık 2007’de açıldığını gördüm. Birleşik Krallık’taki bu tek hızlı demiryolunun ilk aşaması da 28 Eylül 2003’te açılmış.

***

Manş’ın altındaki tüneldeki hızlı tren macerası, bir ara “asrın projesi” olarak takdim edilen Marmaray’ı getirdi aklıma.

Marmaray Projesi de beni Theodosius Limanı’na savurdu.

Projenin kazıları sırasında Teodosyus Limanı ortaya çıkmıştı.

Teodosyus LimanıBizans İmparatorluğu‘nun başkenti Konstantinopolis‘in güneyindeki antik ticarî limandı.

Savrula savrula eski çağlara doğru uzanan seyahatime orada son verdim.

***

2007 yılına geri döndüm.

Baba Evi açısından hareketli bir yıl olduğunu gördüm.

Babam Çetin Altan Milliyet’te, Ahmet Altan Hürriyet’te, ben de Star’da yazıyordum.

Ben Sabah’tan Star’a yeni geçmiştim, Ahmet Altan aynı yılın sonunda Hürriyet’ten ayrılacaktı.

***

O yıllarda neler yazdığımızı merak ettim.

Babam şöyle yazıyordu:

“Gövdesini daha rahat yaşatanlarla,
gövdesini daha rahat yaşatamayanlar arasındaki açı ve sorunlar da; bin bir belaya, bin bir yamukluğa,
gizemli kılcal damarlarla
beyinselliği de kapsayan bin bir
komplekse, aşağılık duygularına,
olduğundan fazla görünmelere,
hırslanmalara, öfkelenmelere, çatışmalara,
öldürme ve öldürülmelere
-çağlar boyu ağırlığında- bir türlü
tedavi edilemeyen sosyo-psikopatolojik
berbat ‘nedenler’ yaratır.

***

Yakın tarihimize şöyle bir baktığımızda da; gövdesini iyi yaşatanların, iyi yaşatamayanları nasıl uyuttuğu göze çarpmakta…

Ya hamasi bir ırkçılık babalanması: Türk’ün güneşleriyle dünya ufku ağardı; Türk olmasa tarihe yazılacak ne vardı?

Ya mistik bir umut yaratma. Öldükten sonra cennet mekân olmayı hak etmek için uyulması gereken kural ve yöntemler…”

***

Hürriyet’e haftada bir tam sayfa edebi yazılar yazan Ahmet Altan’ın 17 yıl önceye denk gelen yazısının da konusu insandı.

Uysal bir bahar yağmuru yağıyor.

Gökyüzü kapalı ama yapraklarında biriken su damlacıklarıyla erguvan ağaçları sanki başka bir hayatın ışıklarıyla güneşli bir gün gibi parlıyor.

Bu şehrin şiirini onlar yazıyor. Bazen Baki gibi yazıyor:

“Dürr ü yakut ile nahl-i murassa sandım

Erguvan üzre dökülmüş katarat-ı emtar”

Bazen Hilmi Yavuz gibi yazıyor:

“Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden

geriye sadece erguvanlar kaldı”

Yağmur yağdığında ‘üzerlerine inciler dökülmüş yakutlar’ gibi ışıldayan erguvanlar geçip gidiyor ve geriye sadece erguvanlar kalıyor.

Onlara bakarken ‘geriye sadece erguvanların kalacağını’ biliyorum, şiirli bir yokluğun yolcuları olduğumuzu, binlerce yıldır onların o sessiz yakut bakışlarıyla izlediği hayatın, kendilerini olduğundan daha mühim sanan misafirleri olduğumuzu…

Bu şehrin ev sahibi onlar.

Bizanslıları da Haçlıları da  Osmanlıları da gördüler.

Değişik diller, değişik kıyafetler, değişik geleneklerle akan bir insan nehrinin sahilinde duruyorlar.

Her şey değişiyor.

Erguvanlarla duygularımız değişmiyor.

Hepimiz yaşamak macerasının acemileriyiz.

Bunu, onlar biliyor.

Harmaniyeleriyle, zırhlarıyla, kaftanları ve peçeleriyle önlerinden geçen onca insan hep aynı hataları yaptılar, ‘misafir’ olduklarını unuttular, duygularını küçümsediler, onları sakladılar, hep bir başka zamana ertelediler, ‘bir başka zaman’ olmadığını hiç bilemediler, hissettikleriyle yaşadıkları arasında uçurumlar oluştu.

Hep bir başkası olmak istediler.

İnsanların bir türlü kendileri olamadıklarını, en çok ‘kendileri olmaktan’ korktuklarını, kendileri olmaktan utandıklarını, saklandıklarını, kendilerini saklayabilmek için gerçek olmayan hayatlar icat ettiklerini, aslında var olmayan ‘bir başkasını’ taklit etmeye çalıştıklarını gördü erguvanlar.

Kuşaktan kuşağa hep aynı hataları tekrarladıklarını…

‘İşte tenha her yanımız, hep tenha ne aradık sözcüklerin kuytularında ne bulduk soldukça çoğalan dilimizde’

Hep tenha oldu her yanımız, kalabalıkları aradıkça biz tenhalaştık, kendimizi bırakıp ‘bir başkası’ olmaya gittik.

Başkaları bizi terk ettiği için tenhalaşmadık, kendimizi ilk terk eden bizdik.

Onun için tenhalaştık.”

***

Benim de konum “insan” mış:

“Bizde…  ‘Vatan hizmetini’ farklı bir şekilde yapmak isterseniz… Alternatif bir ulusal hizmet talep ederseniz…

O an hayatınız kayıyor.

Mesela Osman Murat Ülke bunu talep etti.

Başına gelenleri biliyor musunuz?

Sekiz kez tutuklanma… İki yıl hapis…Eziyet, cefa.

Halbuki bu, Avrupa Konseyi üyesi tüm ülkelerde temel bir hak…

Ve temel bir özgürlük…

Türkiye hariç.

***

Avrupa’da çok sıradan olan bir hak… Bizde ömrü yok eden bir terminatöre dönüşmekte.

Neden?

Çünkü biz temel hak ve özgürlükler kavramından çok uzağız.

Temel haklarımız…

Temel özgürlüklerimiz…

Kimsenin elimizden alamayacağı, doğuştan elde ettiğimiz haklar.

Kimsenin elimizden alamayacağı, doğuştan elde ettiğimiz özgürlükler bunlar.

***

Türkiye ‘düşmanlar ve düşmanlıklar yaratmadan’ nasıl çözüm üretir?

Türkiye ‘sorunları’ kavgasız nasıl çözer?

Bunların tek bir cevabı var:

Temel hak ve özgürlükleri Avrupa standardında uygulayarak.”

***

2007 Yılı medyasına “Baba Evi” üzerinden örnekler verirken ortak konunun insan olduğunu fark ettim.

İnsanı inkâr eden ve hamasete abanan bir garipliğin sürekli büyüdüğünü de bir kez daha gördüm.

***

Şimdi gene erguvanlar zamanı…

Bahar, umudu ile geldi.

2007 yılı basın tarihine devam edeceğiz.

Nellie Bly, Bay Verne’e Amerika’da bulunup bulunmadığını sordu. “Evet, bir kez,” diye cevapladı Bay Verne, “Sadece birkaç günlüğüne, o süre zarfında Niagara’yı gördüm. Her zaman tekrar görmeyi arzulamışımdır ama sağlığım uzun yolculuklar yapmama engel oluyor. Amerika’da olup biten her şeyden haberdar olmaya çalışıyorum ve kitaplarımı okuyan Amerikalılardan her yıl aldığım yüzlerce mektubu çok takdir ediyorum. Kaliforniya’dan bana yıllardır mektup yazan bir adam var. Ailesi, evi ve ülkesiyle ilgili tüm haberleri sanki bir arkadaşıymışım gibi yazıyor ama hiç tanışmadık. Beni Amerika’ya misafiri olarak çağırdı. New York, San Francisco… Amerikayı görmeyi gerçekten isterim.”

Zamanda gezip tozabilen karakter, bir hayalet gibi geçti ve Charles Dickens’ın Amerika eleştirilerini içeren Martin Chuzzlewit adlı romanından birkaç satırlık bir notu kimse farketmeden bir kenara bıraktı. Roman büyük bir aile içinde mirastan pay kapmak uğruna dönen entrikaları anlatıyordu. Çıkar çatışmaları sonucu insan ilişkilerinin ne kadar çirkinleştiğinden, aile içi gerilimlerin ne boyutlara ulaştığından sözediyordu. Amerika seyahatinin yer aldığı bölümlerde, Amerikan yaşam tarzı, gelenekleri ve siyasi düşüncesi nükteli bir üslupla eleştiriliyordu.

Nellie Bly, Seksen Günde Devriâlem roman fikrinin nasıl oluştuğunu sordu.

“Fikri bir gazeteden aldım,” diye cevapladı Bay Verne, “Bir sabah Le Siécle’in bir nüshasını elime aldım ve içinde dünyanın etrafının seksen günde dolaşılabileceğini gösteren bir tartışma ve bazı hesaplamalar buldum. Bu fikir beni memnun etti ve üzerinde düşünürken, meridyenler arasındaki farkın hesaba katılmadığını farkettim ve böyle bir şeyin bir romanda nasıl bir son olacağını düşündüm ve yazmak için çalışmaya başladım.”

Bay Verne, Nellie Bly’a seyahat planını sordu. “Calais, Brindisi, Port Said, İsmailiye, Süveyş, Aden, Kolombo, Penang, Singapur, Hong Kong, Yokohama, San Francisco ve tekrar New York.” diye cevapladı Bly.

“Neden kahramanım Phileas Fogg’un yaptığı gibi Bombay’a gitmiyorsunuz?” diye sordu Bay Verne.

“Çünkü zaman kazanmaya genç bir duldan daha çok önem veriyorum” diye yanıtladı Bly.

“Dönmeden önce genç bir dulu kurtarabilirsin,” dedi Bay Verne gülümseyerek.

Dul kadının kurtarılması hikâyesi 80 Günde Devriâlem yolculuğunun Hindistan bölümünde gerçekleşen bir olaydı. Bay Fogg ve Jean Pass, hem Süveyş-Bombay gemisinde hem de Bombay-Kalküta treninde birlikte yolculuk yaptıkları Tuğgeneral Sir Francis Cromarty ile birlikte, ormandan geçerken bir Raca’nın cenaze alayına denk geliyorlardı. Kalabalığın arasında güçlükle ayakta duran ve Brahmanlarca sürüklenenen genç bir kadın görürler. “Bir Avrupalı gibi beyaz ve genç bir kadındı bu.” Tuğgeneral Cromarty, dul kadının kocası ile birlikte yakılacağını, bunun gelenek olduğunu söyler. Bay Fogg kadını kurtarmaya karar verir.

Nellie, “dul”dan bahsederken Bay Verne’in gülümsemesini yorumlayamadı fakat zihninde bazı sorular oluştu. Acaba Bay Verne, romanından 17 yıl sonra batılı beyaz bir erkeğin, Doğu’dan bir kadın kurtarması sahnesini  artık oryantalist bir klişe olarak mı değerlendiriyordu? Gülümseyerek söylediği, “Dönmeden önce genç bir dulu kurtarabilirsin” cümlesi mahçup bir itiraf olabilir miydi?

Nellie Bly’ın Bay ve Bayan Verne ziyareti için vakti sınırlıydı. Amiens Garından, Calais’e bu saatlerde tek bir tren vardı ve onu kaçırmaması gerekiyordu. Zihnindeki soruları uzaklaştırdı ve gitmeden önce Bay Verne’in çalışma odasını görmek istediğini söyledi. “Hay hay” dedi Bay Verne ve Madam Verne hızla kalkıp uzun mumlardan birini yaktı.

Nellie Bly’ın notlarından devam edelim:

“Bir genç kızın hızlı ve kıvrak adımlarıyla yolu göstermeye başladı. Bir yara sonucu hafif topallayarak yürüyen Bay Verne onu takip etti. Kış bahçesinden geçerek, içinde sarmal bir merdivenin bulunduğu küçük bir odaya çıktık. Madam Verne her kıvrımda durup gazı yakıyordu.

Bay Verne evin üst katına çıktı ve aşağıdaki kış bahçesine benzeyen bir salon boyunca ilerledi, Madam Verne de salondaki gazı yakmak için durdu. Koridora açılan bir kapıyı açtı ve ben de arkasından içeri girdim. Şaşırmıştım. Evin geri kalanına bakarak, Bay Verne’in çalışma odasının geniş ve zengin döşenmiş bir oda olacağını tahmin etmiştim. Ünlü yazarların çalışma odalarının pek çok tasvirini okumuştum ve geniş odayı, pahalı ıvır zıvırlarla dolu el oyması güzel masaları, duvarları kaplayan nadide gravürleri ve tabloları kıskançlığa benzer bir şeyle (New York’ta alanımız çok sınırlı ve pahalı) düşünmüştüm ve itiraf etmeliyim ki, böyle bir ortamda yazarların kendilerine şöhret getiren hayaller kurabilmelerine şaşmıştım.

Ama Bay Verne’in çalışma odasında durduğumda şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Odanın tek penceresi olan kafesli pencereyi açtı ve arkamızdan aceleyle içeri giren Madam Verne, alçak bir şöminenin üzerine tutturulmuş gaz lambasını yaktı. Oda çok küçüktü; evdeki küçük çalışma odam bile neredeyse o kadar büyüktü. Ayrıca çok mütevazı ve çıplaktı. Pencerenin önünde bir masa vardı. Masanın üzerinde, muhtemelen 8×10 ebadında, düzgün, küçük bir beyaz kağıt yığını vardı. Bu, Bay Verne’in şu anda üzerinde çalıştığı bir romanın taslağının bir parçasıydı. Notlarını bana uzattığında hevesle kabul ettim ve el yazısı o kadar düzgündü ki, düzyazı olduğunu bilmesem bir şairin eseri olduğunu düşünebilirdim. Birkaç yerde yazdığı bir şeyi çok etkili bir şekilde silmişti, ama hiç satır arası yoktu, bu da bana Bay Verne’in eserini her zaman gereksiz şeyleri çıkararak ve asla ekleme yapmayarak geliştirdiği fikrini verdi.

Masayı elyazmasıyla paylaşan tek şey bir şişe mürekkep ve bir kalemlikti. Odada sadece bir sandalye vardı ve o da masanın önünde duruyordu. Diğer tek mobilya köşedeki geniş, alçak bir kanepeydi ve Jules Verne kendisine sonsuz ün kazandıran kitaplarını işte bu odada yazmıştı.

Bay Verne’in aklına bir fikir geldi. Bir mum alıp bizi takip etmemizi isteyerek salona çıktı; orada asılı duran büyük bir haritanın önünde durup bir eliyle mumu tutarak bize birkaç mavi işaret gösterdi. Sözleri bana tercüme edilmeden önce, bu harita üzerinde mavi bir kalemle kahramanı Phileas Fogg’un 80 günde dünyayı dolaşmadan önce önce izleyeceği hayali güzergâhı çizdiğini anladım. Etrafında toplandığımızda, benim seyahat güzergâhımın Phileas Fogg’unkinden farklı olduğu yerleri kurşun kalemle haritada işaretledi.

Sarmal merdivenlerden inerken adımlarımız yavaşladı. Vedalaşma vakti gelmişti ve sanki dostlarımdan ayrılıyormuşum gibi hissediyordum. Daha önce bulunduğumuz odada, küçük masanın üzerinde şarap ve bisküvi bulduk ve Bay Verne bir kadeh şarap almak niyetinde olduğunu açıkladı. Böylece benim garip girişimimin başarısına birlikte içmenin zevkini yaşayabilirdik.

Hep birlikte kadeh kaldırdılar ve bana “Tanrı yardımcın olsun” dediler. Bay Verne, “Yetmiş dokuz günde yaparsan, iki elimle alkışlayacağım” dedi. Yetmiş beş günde yapma olasılığımdan şüphe ettiğini düşündüm. Bana iltifat etmek için, benimle İngilizce konuşmaya çalıştı ve kadehini benimkine değdirirken şöyle demeyi başardı: “İyi şanslar, Nellie Bly.”

Madam Verne bana nezaket gösterme konusunda cesur kocasının gerisinde kalmayacaktı. Bay Sherard’a bana veda öpücüğü vermek istediğini söyledi ve onun bu nazik isteğini tercüme ederken, Fransa’da bir kadının bir yabancıyı öpmek istemesinin büyük bir onur olduğunu ekledi.

Bu tür formalitelere ya da aşinalıklara pek alışık değildim, ama yine de böylesine nazik bir ilgiyi reddetmek aklımın ucundan bile geçmiyordu, bu yüzden ona elimi uzattım ve ondan daha uzun olduğum için başımı eğdim, o da beni her iki yanağımdan nazikçe ve sevgiyle öptü. Sonra öpmem için güzel yüzünü bana doğru kaldırdı. Onu dudaklarından öpmek için güçlü bir istek duydum, çok tatlı ve kırmızıydılar. Yaramazlığım sık sık saygınlığımı zedeler, ama bu kez kendimi tutabildim ve onu kendi tarzına göre usulca öptüm. İtirazlarımıza rağmen bizi soğuk avluya kadar takip ettiler ve kapıda durup el sallayarak veda ettiler. Sert rüzgâr Bay Verne’in beyaz saçlarını savuruyordu.”

*

Verne ailesi ve Parisli gazeteci Bay Sherard, konuklarını uğurladıktan sonra eve, içeri girdiler. Bayan Verne bir kenarda birkaç satırlık not gördü. Neye dair olduğuna dikkat etmedi, sadece Martin Chuzzlewit ve America kelimeleri gözüne çarptı. Bay Verne ait olduğu düşüncesi ile notu eşine iletti. Bay Verne o esnada Bay Sherard ile sohbet ediyordu. Notu aldı, okumadan ceket cebine koydu.

*

Haftaya:  Nellie, uzun yolculuğa çıkıyor

Kocaman, ışıl ışıl yıldızlarla bezeli gecelerde hayata ve geleceğe dair düşüncelerin dayanılmaz çekiminde yitirdiğim uykulardır şahidim, bir görev gibi yaşamanın yorgunluğu ile hayatta olmanın gizli ve tuhaf sevinci arasında kalmaktı ruhumda kopan fırtınalara sebep…

Bazen, vicdanıyla kavgalı bir dünya, hayat, gelecek ve insana dair sorgulamadır zamanın seni durdurduğu yer, nereye varacağını bilmeden. Varlığını hasredeceğin bir insanın omuzlarında olmak isteğidir galebe çalan; gayrısı, yitirir anlamını…

O omuzlar ne çok şey demektir ve yokluğu ne çok üzerine üzerine gelen boşluğudur ömrünün…

“Yolu rastgele yürürsen ömür olur, denginle yürürsen şiir,” dediğince şairin (Cahit Zarifoğlu).

Ahmed Arif miydi, “Seni sevmek felsefedir, kusursuz” diyen.

Hayatın en uç boyutlarında sınanırken insanlığın, nedendir bilinmez, olmadık bir hatıra canlanır gözünde; insan ve hayat halleri işte…

Sevmek kadar yaşamak da bazen felsefi bir direniş kudreti gereksinir. Önünde uzanan ölümcül kışların, bagerlerin anavatanında kuşatılmışken mesela…

Ömr-ü hayatında tanıdığın ve tanıyacağın en mütevazı adam, az önce hayatını kurtaran kendisi değilmiş gibi konuyu değiştirmeye çalışırken, evrenin sonsuzluğunun neden ve nasıl bazen bir ölümcül cendereye dönüştüğünü sorguluyorsundur içinde. İnsan olmak, yaşıyor olmak neden ancak dünyaya son nefesini verdiğinde bitecek bir sınavdır?

Mahpuslukta gökyüzü demir parmaklıklı pencerelerin ardında, yüksek duvarların üzerinde gördüğündür; deniz misali, özgürlüğü simgeleyen. Mavi… Yürümek, duvarların önünü kestiği voltadır ve hayallerindeki toprak, yeşil, diğer sembolleridir özgürlüğün. Toprak ve yeşil…

Mahpusluk defterlerimin arasında kurutulmuş çiçek yaprakları var. Bayramda seyranda görüşçülerden aldığımız çiçeklerin yaprakları. Ne kadar kıymetliydi onlar, bilen bilir, her taraf beton grisi iken rengarenk kır çiçekleri tutmak ellerinde.

“Dışarısı” demek, artık kitaplarının sayfaları arasında çiçek yaprakları kurutmayı aklına dahi getirmemek biraz da…

Hayatımda ilk kez bir çocuktan bir demet kır çiçeği almıştım; nasıl unuturum… Cesur’du adı. Çok hastaydı. Uzun süre başında beklemiştim, yapabildiğimce ilgilenmeye çalışmıştım. Bir süre onun bulunduğu yerden ayrılmam gerekmişti. Gecenin bir yarısı döndüğümde ilk işim Cesur’un durumunu sormak olmuştu. İyileşmişti, şükür. Ertesi sabah koşarak gelmişti yanıma. Elinde bir demet kır çiçeği ile. Severmişim. Kır çiçekleri topluyorum ve yakama çiçek takıyorum diye adımın “romantik heval”e çıktığını da ondan öğrenmiştim. O buna kızacağımı beklerken ben romantik olmanın çok da kötü bir şey olmadığını anlatmıştım ona. Beni dikkatle dinlemiş ama sonradan “Bize göre değil romantizm filan” demişti; kendince alaya almıştı benim doğaya hayranlığımı. Ama işte o gün, teşekkür etmek için koşa koşa elinde bir demet kır çiçeğiyle gelmişti yanıma… Aslolan yoldur, yürümektir deyip belirsiz geleceklerin üzerine üzerine yürümeye devam ettim sonra. Haberini aldığımda, dizlerimin bağı çözüldü. Çocuktu. 12, 13 yaşında ya var ya yoktu…

“Karşı koyanı olmadıkça, Tanrının bir yanı eksik geliyor bana” demiş Camus. Değil midir ki hayat, zıtların birliği ve mücadelesi diyalektiğidir neticede… Her şey, kendi zıddında bulur anlamını. Ama ben olsam, “adalet” derdim. Adaleti olmayan bir Tanrı’ya isyan ve itiraz hakkımız vardır, “kulu” olsak da…

Zulamdaki günlüğüme ay ışığı altında notlar düşerken, nedense hiç beceremediğin halde, şiir yazdığımı düşünürdü arkadaşlarım. Belki uzaktaki sevgiliye özlem, belki sevda, hasret işte…

Oysa ben yıldızların ne kadar kocaman, parlak olduğuna dair yazardım ve gökyüzüne ne kadar yakın olduğumuza dair. Toprağa dair yazardım. Dağlara, güne, güneşe dair… Uzun ve canımızı yakan bir kışın ardından, gözalabildiğine beyaza kesmişken dünya, bir arkadaşın müjdesine dair yazardım mesela; “Toprak açtı! Toprak açtı! Toprak açtı!” Gösterdiği yönde, yüksek bir tepenin yamaçlarına vuran gün ışığının altında, mis gibi toprak… Demek, baharı doğuracaktı zaman bir kez daha. Yine. Yeniden…

***

Olur bazen, bir stran vesile olur ve birbirinin içine geçmiş anılarla birlikte bugün ve bugünün bağrında büyüyen gelecek duygusu taşar gözlerinden; biraz hüzünden, biraz sevinçten, görecek günler var heyecanından biraz da…

Albert Camus için “karamsar” derler; oysa o, “Nedir bütün bu gürültü… Sessizce sevmek ve yaratmak varken…” diyendir.

Duru, temiz, akıcı, billur gibi, bahar gibi, düşler ülkesinde bezenmiş özgürlüğün renkleri gibi, mavi ve yeşil gibi uçsuz bucaksız, göğsünde çırpınan kuş misali kalbin gibi, sevmek gibi durduk yere, öylesine, hayat gibi…

> Pazar günü seçim var. Eliniz vicdanınızda olsun oyunuzu kullanırken. Enseyi bilmem de, vicdanlarımızı karartmayalım. Özgür irademizle netleştirelim tercihlerimizi; irademizi gölgelerden arındıralım. Usuldendir; hayırlı olsun…

Söz konusu olan, yanıtlardan çok sorularla sarılı bir terör saldırısı olunca, böyle bir “gizemli” başlıklar atılıyor sıklıkla… Oysa, Rusya’nın başkenti Moskova’daki terör saldırısını, eldeki somut verilere dayanarak, olabildiğince rasyonel zeminde analiz etmek gerekiyor.

Zira, ne olursa olsun, dört teröristin bu kadar büyük bir saldırıyı gerçekleştirebilmesi gerçekten düşündürücü, ürkütücü.

1999’dan itibaren Rusya’da Çeçen saldırganlarca gerçekleşen terör eylemleri, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in hegemonyasını geliştirmesine basamak olduğundan, bu saldırı da “iç istihbaratın işi mi” diye sorgulanıyor. Rusya gibi, özgür ve objektif basının kalmadığı, son derece opak bir yapıya dönüşen bir otoriter güvenlik devletinde, “gerçeğin” ne olduğunu bilebilmek, öğrenebilmek çok zor.

Saldırının gerçekleştiği Krokus Konser Alanı, Moskova’nın Çevre Yolu’nun hemen dışında, bir tür banliyö kasabasında. Yani aslında ana güvenlik bölgesinde değil. Her ne kadar, Krokus’un bulunduğu yolun aşağısında çevik kuvvet polisi OMON’a ait güvenlik birimi olsa da, onların da olay yerine ulaşması yaklaşık 35 dakika sürmüşe benziyor. Konser alanındaki terör eylemi ise, 20-25 dakikalık bir süre almış gibi gözüküyor.

Krokos’un sahibi olan, Rusya’nın en büyük emlak yatırımcılarından, Azeri kökenli Araz Ağalarov’un grubundan yapılan açıklamalarda, olay esnasında konser alanında güvenlik görevlileri olmadığı yalanlandı. Öldürülenlerden en az birinin, Krokus’un özel güvenliği olduğunu da biliyoruz.

Putin’in, başkanlık seçimlerinde sandıktan %87’lik bir oy desteği çıkarıp, güç gösterisi yaptıktan sonra, yeni bir ulusal askeri seferberlik için böyle bir saldırıya ihtiyacı var mıydı? Tartışılır…300 bin kişilik yeni bir silah altına alma mobilizasyonu gerçekleştirilebileceği ve Kherson gibi Ukrayna’nın bir kentinin alınmaya çalışabileceği zaten konuşuluyordu.

Ukrayna, bir vekâlet gücü kullanmış  olabilir mi? HUR (Ukrayna Askeri istihbaratı) ve SBU (Ukrayna Güvenlik Servisi), savaşta ellerinden  geleni yapıyorlar. Tıpkı, Rusya’nın askeri ve istihbarat güçlerinin Ukrayna’ya karşı elinden geleni yaptığı gibi…Buna karşılık, Ukrayna’ya askeri yardımın ABD Kongresi’nden ivedilikle geçmesi yönündeki tartışmaların alevlendiği şu dönemlerde, Kiev’in böyle gizli kapaklı işlere girişmesi kendi aleyhine olur.

Türkiye’de, Gazze Savaşı’na olan ilginin Ukrayna’nınkinine ilgiyi azalttığı ve dikkat çekmek için Kiev’in böyle bir “operasyona” girişmiş olabileceği de iddia edildi. Bu hiç doğru değil; Batı medyasında son bir aydır gündem, Ukrayna Savaşı’nın yıldönümü ve geciken yardım tartışmaları nedeniyle, Gazze’den bile çok Ukrayna’ya odaklı.

Elbette, Putin ve Kremlin, “fırsatı kaçırmayıp”, başlıca sorumlu olarak Ukrayna’yı gösteriyor. Bunu sürdürüp, Kiev’i şeytanlaştırmak için söylemleri sertleştireceklerdir de… Ancak bunun arkasında Rusya’nın iç güvenlik açığına yönelebilecek kendi kamuoylarındaki öfkeyi ve endişeleri önleme kaygısı da yatıyor olabilir.

IŞİD’ı hafifseme hatası

IŞİD’ın bu saldırının arkasında olduğunu gösteren iki sağlam kanıt var: IŞİD, yapmadığı saldırıları üstlenmiyor. Bu saldırıyı, üç kez üstlendi. İkinci olarak da, bu terör örgütü; Rusya’yı Afganistan, Çeçenistan ve Suriye’deki savaşlarda “Müslümanları hedef almakla” suçluyor ve “başlıca hedeflerinden biri” olarak görüyor.

IŞİD’ın Afganistan, Pakistan ve Orta Asya’daki şubesi “Horasan İslam Devleti”, uzun süredir “Rus haçlılarını”, başlıca düşmanlarından biri olarak görüyor. Son yıllarda, Rusya’da çeşitli terör saldırıları da gerçekleştirdiler zaten. Rusya’da güvenlik güçleri de, IŞİD tehlikesinden bihaber değiller:

14 Şubat’ta da, Rusya’nın Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Ermenistan ile beraber içinde olduğu Kolektif Güvenlik Anlaşması Teşkilatı (KGAÖ) Müşterek Kurmay Başkanı Albay Andrey Serdyukov, IŞİD ve benzeri köktenci örgütlere yönelik uyarıda bulunmuştu. Serdyukov, KGAÖ’nün Tacik-Afganistan sınırını güçlendirmek için güvenlik tedbirlerini arttıracağı ve özel bir fon tesis edeceğini de söylemişti. Bu uyarı ilk değil ve rutin biçimde yapılıyor.

Ancak, Mart başından beri IŞİD odaklı güvenlik meseleleri Rusya’da artıştaydı. 3 Mart’ta, İnguşetya’nın Karabulak kentinde altı IŞİD üyesi, saatler süren bir çatışma sonucu ölü ele geçirildi. 22 Mart’ta da, gene aynı kentte 30 IŞİD militanı tutuklandı. 7 Mart’ta Rus istihbarat servisi FSB, Moskova’nın batısında Kaluga’da, Moskova’da bir sinagoga saldırı yapmayı planlayan iki Kazakistan kökenli militanı çatışmada öldürmüştü.

Rusya’nın açmazı

IŞİD’ın Horasan Yapılanması üzerine çalışan araştırmacılar, örgütün özellikle Tacikler arasında üye ve sempatizan sayısını arttırdığına dikkat çekiyorlar. Rusya’da da, “göçün” ve yabancıların arttığına dair negatif algılar var: bu algının hedefi de, Orta Asya’dan gelen “misafir işçiler”.

Ukrayna Savaşı nedeniyle, savunma fabrikalarının tam kapasite çalışmasıyla beraber bir iş gücü sıkıntısı da doğuyor. Öte yandan, Orta Asya ülkeleri, Ukrayna Savaşı ile beraber Rusya’nın yörüngesinden uzaklaşıyor. Moskova’nın, Orta Asya ülkelerinden gelenleri terör tehdidi olarak göstermesi, bu bölgeyle arasını daha da bozar. Dahası, Batı ambargoları nedeniyle doğrudan ticareti imkansızlaşan her türlü yedek parça, malzeme, mikroçip ve diğer tüm ilintili kaçakçılığında Orta Asya sınırları önemli rotalar. Rusya Federasyonu’nun kendisinde de, nüfusun yüzde 10’unun Müslüman olduğu unutmayalım.