Türkiye’nin yönetim sistemi Cumhuriyet midir?

Soru basit gelebilir, ama cevabı sandığınızdan daha zor

EFE KEREM SÖZERİ

30.10.2016

Cumhuriyet, bağımsız bir ülkenin (1), vatandaşları temsilen (2) seçilmiş (3) kişilerce hukuk devleti ilkelerine uygun olarak (4) yönetildiği sistemin adıdır.
 
Bu tanımı kabul ederseniz, Türkiye’nin yönetim sisteminin Cumhuriyet olup olmadığını anlamak için şu dört soruyu cevaplamamız gerekiyor:
 
(1) Türkiye bağımsız bir ülke midir?
(2) Seçilenler vatandaşları temsil etmekte midir?
(3) Seçimler vatandaşların tercihlerini yansıtacak şekilde yapılmakta mıdır?
(4) Seçilenler hukuk devleti ilkelerine uymakta mıdır?
 
Türkiye bağımsız bir ülke midir?
 
Bu soru en kolayı gibi gelebilir, çünkü “Türkiye Cumhuriyeti”, Birleşmiş Milletler’e (BM) üye olmuş, diğer bağımsız devletlerce tanınmış, ve kendi ülke toprakları üzerindeki egemenliğini kurulduğu günden bugüne dek savunabilmiş bir devletin resmi adı.
 
Karşılaştırmak için: Bizim “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (KKTC) dediğimiz coğrafi alana diğer dünya ülkeleri “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye tarafından işgal edilmiş bölümü” diyorlar, Türkiye dışında KKTC’yi tanıyan yok. Bizim “Kıbrıs Rum Kesimi” dediğimiz ve bir ülke olarak tanımadığımız coğrafi alan ise, bizim dışımızdaki tüm bağımsız ülkelerce “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanınıyor. Kıbrıs, Türkiye ile eşit haklara sahip bir BM üyesi.
 
Fakat bağımsızlık kağıt üzerinde tanınmaktan daha derin bir kavram. Ülkeler arası ilişkilerde ekonomik ve siyasi bağımsızlık, ülkelerin bu alanlardaki göreceli gücüyle doğrudan ilgili.
 
Bizimle somutlaştıralım: Türkiye, 1988’de Filistin’i bağımsız bir ülke olarak tanıdı. 2010 yılında Türkiye’den Filistin topraklarına giden yardım filosu İsrail askerlerince uluslararası sularda durduruldu, Mavi Marmara’ya yapılan baskında Türkiye vatandaşı 10 kişi öldürüldü. İsrail 2013’te özür diledi, 2016’da ailelere tazminat ödedi; Türkiye ise bu ölümlerle ilgili tüm yasal haklarından vazgeçti, Filistin’e yardımları İsrail’in denetimi altında göndermeyi kabul etti. Aynı günlerde, egemenliğimizi ihlal ettiği için uçağını düşürdüğümüz Rusya’dan özür dileyip yeni enerji anlaşmalarına doğru yol alıyorduk.
 
Böyle bakınca, kağıt üstündeki bağımsızlıktan çok, bir şirket gibi yönetilen ülkelerin çıkarları ve bunun üzerinden yapılan pazarlıklar daha anlamlı. Bu bölümdeki soruya cevaben, Türkiye’nin bu pazarlıklarda kendi kâr-zarar hesabını yapabilecek kadar bağımsız olduğunu söylemek yeterli.
 
Fakat “Türkiye’nin çıkarları” dediğimiz şeyler, gerçekte Türkiye vatandaşlarının çıkarları mı? Hükümetin siyasi tercihlerini ne belirliyor, alınan kararlar kimin çıkarına hizmet ediyor?
 
Seçilenler vatandaşları temsil etmekte midir?
 
Bu soru oldukça çetrefilli, çünkü demokrasiyi de tanımlamamız gerekiyor: Demokrasi, herkesin eşit oyla katıldığı bir seçimin sonucunda çoğunluk kararının geçerli olduğu sistemin adıdır.
 
Bu sade tanımı uygun görürseniz sadece devlet yönetimine değil, her türlü karar alma mekanizmasına uygulayabiliriz: Otobüste pencereleri açalım mı, açmayalım mı? Tüm yolcular birer oy kullanabilir veya hepimiz adına karar vermeleri için seçtiğimiz bir grup yolcu kendi aralarında oylama yaparlar. Fakat otobüs şoförünün tek başına karar vermesi, veya otobüsteki belirli yolcuların karar yetkisine sahip olması demokrasi değildir, çünkü bu her bireyin eşit katılımını ihlal etmiş olur.
 
Türkiye dahil dünyadaki pek çok bağımsız ülke, ulusun tamamını ilgilendiren kararları alırken genel seçim ve referandum gibi demokrasi araçlarını kullanır. Fakat bir sonraki soruda tartışacağımız sebeplerle eşit katılım yine de sağlanamaz, çoğunlukla parayı veren düdüğü çalar.
 
Okuduğunuz yazıya da ilham olan bir araştırma (Gilens & Page, 2014), ABD hükümetlerinin aldığı kararlarda kimin belirleyici olduğunu sormuş, sıradan vatandaşlardan çok zenginlerin etkili olduğunu bulmuş.
 
Türkiye’de hükümetin kararlarıyla halkın tercihlerini uzun bir dönemde karşılaştıracak bir veri henüz elimizde yok, ama iktidar partisinin TBMM’de halkın diğer kesimlerini temsil eden partileri dikkate almadığını biliyoruz; savaş kararlarını eleştirenlerin en ağır suçlarla yargılandığını biliyoruz; 163 kez değiştirilen ihale yasalarının halkın doğrudan çıkarlarına hizmet etmediğini biliyoruz; devlet kaynaklarının çıkar ağlarına akıtıldığını biliyoruz.
 
Bir de, tüm bu siyasi kararlar sonucunda Türkiye’deki en varlıklı yüzde 1’in geriye kalan yüzde 99’dan daha zengin olduğunu, giderek daha da zenginleştiğini biliyoruz.
 
İktidar ortakları zenginleşirken çalışanların yarısı asgari maaş alıyorsa, halkın tercihlerinin iktidara yansıdığını söyleyemeyiz. Peki neden yanlış kararlar alan kişileri seçiyoruz, ya da neden seçilenlerin kararlarını etkileyemiyoruz?
 
Seçimler vatandaşların tercihlerini yansıtacak şekilde yapılmakta mıdır?
 
Seçim adaleti, sadece oy verme ve sayım işlemlerinin usulüne göre yapılması değil; adayların ve partilerin seçimlere eşit şartlarda katılması da demek. Eşit kaynaklardan faydalanması, eşit fırsatlara sahip olması, seçmenlere sadece seçim pusulasında değil, seçim dışı zamanda da ulaşabilmesi demek.
 
Çünkü büyük halk desteğiyle gelen diktatörlükler oyları değil, seçenekleri çaldıkları için iktidardalar, ve bu hırsızlık ancak medyanın kontrolüyle mümkün.
 
14 yıldır iktidar olan bir partinin tüm devlet kurumlarında kadrolaşması artık sıradan bir kabul, fakat devlet kurumlarının parti propagandası için kullanılması adil değil. Kutuplaşma bir sonuç, ancak bir muhalefet partisinin tüm seçim ofislerinin saldırıya uğraması adil değil. Medya-iktidar ilişkileri artık herkesin malumu, ama kampanya döneminde özel televizyonların muhalefete kapılarını kapatması adil değil.
 
Tüm bunlar Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı ile 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 genel seçimleri gözlem raporlarında bir bir not düşülmüş.
 
Özetle, seçimin adaletinden önce, seçeneklerin var olup olmadığını konuşmak gerekiyor, ve ne yazık ki Türkiye git gide tek seçenekli bir yola giriyor.
 
Seçilenler hukuk devleti ilkelerine uymakta mıdır?
 
Seçimleri gözleyen AGİT gibi, Türkiye’nin üye olduğu Avrupa Konseyi’ne bağlı Venedik Komisyonu da anayasa hukuku alanında gözlemlerde bulunuyor. Komisyon, Türkiye hakkındaki son raporunda dokunulmazlıkların kaldırılmasını eleştirmiş, Türkiye’deki yargı bağımsızlığının şüpheli olduğu şu durumda milletvekillerini yargılamanın vahim sonuçları olacağını, yasama organı olan meclisin çalışabilmesi için dokunulmazlıkların korunması gerektiğini belirtiyor.
 
Yani, bundan önceki tüm soruları anlamsız bırakacak şekilde, iktidar, halk tarafından seçilmiş temsilcileri hapse atmak istiyor. Sadece seçenekleri ve tercihleri değil, temsil sistemini kaldırıyor. Cumhuriyeti kaybeden demokrasi, diktatör seçmiş olur.
 
Erdoğan 14 Ağustos 2015’te, halk oyuyla cumhurbaşkanı seçildikten bir yıl sonra şu ifadeleri kullanmıştı:
 
''Artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var. Cumhurbaşkanı elbette yetkiler çerçevesinde, ama doğrudan millete karşı sorumlu olarak görevini yürütmek durumundadır, ister kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye'nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun Anayasal olarak kesinleştirilmesidir."
 
Özetle iktidar, seçilenlerin hukuk devleti ilkelerine uymasını değil, tam aksine, hukukun seçilenlere uymasını bekliyor; bunu da adım adım gerçekleştiriyor.
 
İşte tüm bu soruların cevapları Türkiye’yi bir cumhuriyet yapmıyor, rekabetçi otoriter ile totaliter rejimlerin arasında bir yere koyuyor.
 
Sonuç yerine
 
Bu yazı Türkiye’nin bir cumhuriyet olup olmadığını sorarak başladı ama asıl sorun şimdi başlıyor: Türkiye bir cumhuriyet değilse ne olacak?
 
Türkiye, şu an iktidarın dilediği yönde çarpa çarpa ilerleyen bir otobüs. Fakat içerideki hava bir belediye otobüsündeki makul endişeden ziyade bir lise servisindeki toplu cinneti andırıyor. Radyoda bangır bangır iktidarın sevdiği şarkılar çalarken, yandaşlar mağdur yolcuların üzerinde tepiniyor, sessiz bir çoğunluk ise sadece sağ salim eve ulaşmayı umuyor.
 
Başkanlığa doğru giderken hala çoğumuz aynı otobüsteyiz. Fakat bu uzun sürmeyebilir. İnip başka yollara yürüyenler giderek artıyor, kalıp mücadele edenlerse giderek radikalleşiyor. Türkiye’nin darbelerle, isyanlarla ve çatışmalarla dolu tarihi aslında mağdurların tarihi. Keşke ders olsa. Bu yolun sandıktan değil, hukuktan geçtiğini anlatırlardı.