Hobbes, mutlakçılık ve Elif Şafak

Heteroseksizm, bir egemenlik, hem de devletten tutun da her türlü iktidar tarafından sıkı sıkıya silah edinilmiş bir militanlıktır

ZEYNEP KOÇAK ŞİMŞEK

17.10.2017

 
Ülkü Doğanay, 16 Ekim tarihli yazısında Thomas Hobbes’un öngördüğü devleti çok güzel özetlemiş. Özetlemiş özetlemesine ama, yazısının tek bir yerine katılmıyorum—daha doğrusu eksik olduğunu düşünüyorum—o da neden 2000’i geçtiğimiz halde hâlâ Thomas Hobbes’tan söz ediyor oluşumuza verdiği cevap.
 
Doğanay bu soruyu kendisine soruyor öncelikle: “Yirminci yüzyılın ortalarına kadar süren temel haklar mücadelesinin, devlet iktidarının sınırlandırılması için yürütülen mücadelelerin, demokrasi mücadelesinin elde ettiği onca kazanım ortadayken Leviathan’dan söz etmek niye?” Cevabı da şöyle: “Hobbes’un siyaset teorisinde bir çığır açacak şekilde mutlak güçle donattığı devlet iktidarı, kendini bu iktidarın yegâne temsilcisi, bir kişide beden bulmuş hâli olarak gören modern krallar açısından bugün hâlâ aynı mantıkla işliyor… Ne var ki, köprünün altından gerçekten çok sular aktı. Monarşilerin çağı çoktan kapandı. Demokrasi, milyonlarca insan için basit bir araç, durağa varmak için binilecek bir tren değil, bir varoluş, bir yaşama biçimi.”
 
Doğanay’ın verdiği cevap, ana konuya temas etmiş olsa da Hobbes’un bugün ne anlama geldiğini tam karşılayamadığı için eksik diyorum. Çünkü bugün Hobbes’un mutlakçı düşüncesi, sadece iktidarın tek temsilciliğine ve tüm kuvvetleri elinde tutan bir canavarlık müessesesine tekabül etmiyor. Etkisinin farklı kollardan Adam Smith’e ve hukukî pozitivizmin temsilcisi H. L. A. Hart’a ve oradan da Michel Foucault’nun tehlikeli addettiği hukukun üstünlüğü ilkesine kadar uzandığı bu mutlakçı düşüncenin, Doğanay’ın da dediği gibi “hâlâ işleyen mantığı” aslında sadece yönetim biçimiyle ilgili değil, metodolojiyle ilgili.
 
Yani Hobbes’un iktidar önerisi kadar, ve belki de ondan daha da çok, metodolojisi tekçi. Belki de Machiavelli’nin çatışma temelli rejim önerisinin beni zehirlemiş olduğunu düşünebilirsiniz. Anlattığı toplumsal sözleşme hakların tek taraflı olarak devredilmesinden bahsediyor, yani gücün hareket yönü tek bir noktaya odaklı. Bu nedenle ne yöneten ve yönetilen arasında çift taraflı (sinallagmatik) bir sözleşme yaratmayı başarabiliyor, ne de bu haklar bir kere devredildikten sonra herhangi bir insanî ya da siyasî karşılaşma üzerinden yönetenin otoritesinin şartlara veya ihtiyaçlara uygun olarak eğilip bükülmesini.
 
Hobbes’un metodolojisi, bu anlamda çok daha derin bir varsayımı, ya da isteği içinde barındırıyor: süreklilik ve istikrar (permenancy). Hobbes ve daha birçokları kurulduktan sonra bir daha yıkılmayacak, sürekli olabilecek bir yönetim biçimi kurgulamaya çalışmıştır. Hobbes’un yapay kişisi olan devlet, sonsuza kadar var olacaktır. Bu nedenle “en iyi yönetim biçimi” ve “en istikrarlı ve uzun süreli devlet şekli” peşinde koşarlar. Sundukları devlet teorilerinde (instability kelimesinin karşılığı olarak) değişkenliğe, yönetimin istikrarsızlığına, hele hele güç dengelerinin oynamasına kesinlikle tahammülleri yoktur. Bu açıdan politik olan ile hukukî olanın arasında da ciddi bir mesafe yaratmışlardır.
 
Politik alanda fiziksel varlığını kaçınılmaz olarak sürdürmeye devam eden vatandaşın istekleri, dilekleri ve çıkışları ancak politik alanda kalır: Hukukun üstünlüğü boşuna Aristotetles’ten itibaren geliyor değildir. Hobbesçu bir hukukun üstünlüğü ilkesi, içine itildiği küçücük ve sert kalıp nedeniyle yönetenin dışında hiçbir hukukî özneye yer vermeyecek şekilde işler.
 
Bazen konuşmalarda ya da yazılarda rastlıyorum, kapitalizmi mümkün kılan ilk şey nedir? sorusuna. Kapitalizmi mümkün kılan ilk olmasa bile en önemli unsur, hukukun ve mahkemelerin üstünlüğü ve yaptırımlarıdır. Yönetenden başka bir politik özneyi, hele hele kişiler ve devlet dışında herhangi bir hukukî kişiyi tanımayan bu Hobbesçu metodoloji, ne yaparsa yapsın, süreklilik kaygısı güder. Öyle ki, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bunu obsesif bir noktaya bile taşıyarak dördüncü maddenin değişmesini ilk üç maddenin değişmesine bağlamış, ilk üç maddeyi de “değişikliği teklif bile edilemez” bir katılıkta sürekli kılmaya çabalamıştır.
 
Süreklilik ve kalıcılık kaygısı kişilere olduğu kadar devletlere de zarar veriyor; devletlere verdiği zarar ise sadece kurumun kendisini değil aynı zamanda kendine tâbi edilenleri de felaketlere mahkûm kılıyor.
 
Yalnız, burada şu ayrımı yapmak gerekir ki, Hobbes’un mutlakçı metodolojisinin karşıtı Carl Schmitt’in olağanüstü hâl kavramındaki düzensizliğin getirileri değil, daha çok Machiavelli’nin önerdiği çatışma temelli yönetimidir. Schmitt’in olağanüstü hâl durumu, muayyen olarak kabul ettiği mutlakçı yönetimin bir istisna hâlidir. Schmitt için egemenlik, ancak olağanüstü hâllerden yükselir. Belki de Walter Benjamin’in tuttuğu Hobbes ve Schmitt arasındaki o ara alan bile değildir, çünkü Benjamin egemenlik teorisinin ilk bölümünde Schmitt’in egemenlik kabulüne atıf yapar fakat onun yolunu izlemek yerine, egemenliğin en büyük fonksiyonunun istisna hallerini ortadan kaldırmak olduğunu söyler. Yani Schmitt’e göre egemenliğin tesis edilmesinde conditio sine qua non olan istisna hâline karşılık Benjamin egemenliği istisna hâlinin varlığını dışlayan bir mutlakçılık olarak görür. (Konuyla ilgili açıklayıcı bir makale olarak bu üç düşünür arasındaki şu karşılaştırmayı okuyabilirsiniz.)
 
Bu istisna hâli tartışmaları tabii ki bu kadar basit değil, ama Hobbes’un metodolojisindeki mutlakçılığı biraz daha açıkladığını düşünüyorum. Süreklilik kaygısının hukuk (yasa) ve yaptırım (kılıç) üzerinden yürütülmesi, modern hukuka Hobbes’un en büyük hediyelerinden ya da lanetlerinden biridir herhalde.
 
Bütün bunların Elif Şafak ve biseksüel olduğunu açıklamasıyla ne ilgisi var diyebilirsiniz. Aslında çok ilgisi var. Devleti ve erk karşısındaki duruşumuzu algılayış biçimimizin hayat boyunca karşılaştığımız ve toplumsal olanın zincirini bir tekerlek daha attıran her şeye yaklaşımımızı etkilediğini herhalde kimse yadırgayamaz. Çünkü devleti ve erk karşısında ister kişisel ister grup olarak var oluşumuzu belirleyen metodolojiler, her şeyden önce belirli bir düşünüş biçimi gerektirir. Güç sahibinin düşünüş biçimini öyle ya da böyle, açıkça ya da içsel olarak bilmeden bu sistemin içinde varlığımızı devam ettiremeyiz.
 
Başından beri Hobbes’a mutlakiyetçi değil, mutlakçı diyorum. Çünkü mutlakiyet bir yönetim biçimiyken, mutlakçılık daha çok bir metodolojidir ve her türlü güç içeren ilişkiye yaklaşımı ifade eder. Tanım olarak: “Genelde, doğruluğun, değerin, güzelliğin ya da gerçekliğin nesnel olarak gerçek, değişmez ve ezelî-ebedî olduğu görüşü” ya da “Gerçekliğin değişmez ve doğru tek bir açıklaması olduğu inancı”. Daha da yöntemsel bir açıklamaya ihtiyaç duyarsak: “Kesin, sürekli, hatasız, ebedî-ezelî.”
 
Elif Şafak iki gün önce yaptığı bir TEDTalk’ta biseksüel olduğunu açıkladıktan sonra sosyal ağlarda bayağı bir tartışma koptu. Google’a “Elif Şafak biseksüel” yazıp aradığınızda karşılaşacağınız başlıklarda herhalde bu sosyal ağlarda tartışmaların hangi başlıklar altında yapıldığının da bir özetini görebiliyorsunuz. Bunlar arasında “Elif Şafak nasıl biseksüel oldu”dan tutun da, “Yarın aa vazgeçtim derse hiç şaşırmam”a kadar bir çok şey var.
 
Ben bunlar arasından en son bahsettiğim konu başlığına takıldım. “Yarın vazgeçtim, biseksüel değilim derse hiç şaşırmam.” Bunu yazan kişi aslında şunu demek istiyor: “Belirli bir çıkar uğruna cinsel yönelimini/kimliğini BİLE değiştirebilen bir insanı yargılıyorum.”
 
Cinsel yönelim ve cinsel kimlik meselelerinin, yukarıda anlattığım bu devleti algılayış ve devletin karşısında kişisel ve grup olarak varoluş biçimimizle, dolayısıyla güç ile kurduğumuz ilişkinin kendi kavrayışımızdaki dinamikler ile ne kadar yakından bağlantılı olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım. Heteroseksizm (heteroseksüel olmak değil) bir egemenlik, hem de devletten tutun da her türlü iktidar tarafından sıkı sıkıya silah edinilmiş bir militanlıktır. Dolayısıyla bu konuya yaklaşım biçimi, en anarşistinin bile devlet, iktidar ve güç ile ilişkisini apaçık ortaya çıkarır.
 
Şimdi, bu yazıda eleştirdiğim “süreklilik” kaygısıyla ilgili asıl can alıcı konu tam da burası. Aynı devletlerin sürekliliğinin kaygısını güden devlet ve vatandaş gibi, bir erk biçimi olarak heteroseksizmin sürekliliği kaygısını güden bir takım taraftarların zihniyeti, Machiavelli’nin yönetim biçimi üzerinden kurguladığı metotsal bir “değişkenliği” tabii ki kabul etmeyeceklerdir. Bu açıdan düşünürsek, hadi eşcinselliği kabul ettiler—her ne kadar kendi çocuklarına ve arkadaşlarına yakıştıramasalar da—diyelim, hadi “onların da eşcinsel arkadaşları” olsun fakat cinsel yönelimdeki ya da kimlikteki değişikliği kafalarına, alışmış oldukları Hobbesçu bir metodolojiyle oturtmaları mümkün değil gibi gözüküyor.
 
Böyle bir bakış açısı, devletin “vatandaşlaştırmak” ve sınıflayabilmek ile ilgili aklını yansıtıyor. Cinsiyet değiştirme ve cinsiyet değiştirdikten sonra tekrar değiştirebilme üzerine Kent Hukuk Fakültesi’ndeki Emily Grabham’ın “Governing Permanence: Trans Subjects, Time, And the Gender Recognition Act” (Yönetimde Süreklilik/Kalıcılık: Trans Özneler, Zaman, ve Cinsiyet Tanıma/Tasdik Kanunu) başlıklı bir makalesi var.
 
Birleşik Krallık’ta 2004 yılında yürürlüğe giren kanun (GRA) transgender (cinsiyet değiştiren) bireylerin bu yeni edindikleri cinsel kimliği “ölene kadar” değiştirmeyeceğini öngörüyor. Tabii ki kanunun yazımında “edinilmiş cinsiyet” oldukça sıkıntılı bir terim—fakat konunun sıkıştığı nokta, devlet mutlakçılığının bir özgürlüğe alan açmak zorunda kalmasının karşısında bu “edinilmiş cinsiyetin” bir daha değiştirilemeyeceğini öngörmesi. Trans vatandaşlar, diyor, tabii ki bir cinsiyet kesinliği içinde yaşıyor olabilir. Fakat aksini yasaklamak, yani bir kere değiştikten sonra değişimin önünü kati sûretle kapatmak, işte Doğanay’ın anlatmaya çalıştığı devam eden bu mantığın hayatımızda ne kadar yer aldığını gösterir nitelikte. Aynı Elif Şafak’a bahsettiğim yorumda yapılmaya çalışılan, biseksüel olduğunu bir kere açıkladıktan sonraki olası bir diğer açıklamasına ipotek koymaya çalışan akıl gibi.
 
Şahsen ne Elif Şafak’ın politik duruşuna bir yakınlık duyuyorum ne de yaptığı işleri beğenirim. Ne parasında gözüm var ne de cinsel kimliği ya da yönelimi beni ilgilendirir. Politik duruşunun ayrıca eleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat öyle ya da böyle ünlü bir yazar, böylesine mutlakçı bir algı alışkanlığı içinde çıkıp, hem de daha önce söylemekten korktuğunu ifade ederek, cinsel yönelimini açıklıyorsa, bunu mutlakçı kaygılarla “Para için bunu bile değiştirir” diyerek yargılamanın, en basitinden, güç ile kendi ilişkisinin üzerine düşünmemiş olmaktan ileri geldiğine inanıyorum. Çünkü konu o değil. Kimse için konu bu olmamalıydı.