“Ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar”

Basın tarihini ve II. Abdülhamid’in istibdat rejimini Tevfik Fikret’siz yazmak kabul edilemez bir eksiklik olur

MEHMET ALTAN

26.09.2018

 
Baba evinin eskimiş duvarlarında muhtemelen usul usul hâlâ yankılanıyordur;
 
Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin.
 
Ve ardından birkaç mısra daha:
 
Koşan elbet varır; düşen kalkar;
Kara taştan su damla damla akar,
Birikir, sonra bir gümüş göl olur;
Arayan hakkı en sonunda bulur…
 
Gene aşinası olduğumuz o inanılmaz mısra:
 
Milletim nev-i beşerdir vatanım ruy-i zemin
 
“Yeryüzü vatanım, insanlık milletim.”
 
Biz bunlarla, Tevfik Fikret dinleyerek yetiştik…
 
***
 
Basın tarihini ve II. Abdülhamid’in istibdat rejimini Tevfik Fikret’siz yazmak kabul edilemez bir eksiklik olur. Issızlaşmaya ve fakirleşmeye yol açar.
 
Neden?
 
Çünkü “Fikret, kendi toplumunun kurtuluşuyla beraber, bütün insan topluluklarının zulüm ve sömürü boyunduruğundan kurtulmasını dilemiştir.”
 
Çünkü “onun için dili, dini, ırkı ne olursa olsun en yüce değer insandır.”
 
Çünkü “hayalinde kardeş insan toplumu o kadar kudretle yaşamıştır ki onun kalbinde bütün insanların vatanı ortaktır. Sınırlar yoktur. Gümrük gibi ekonomik setler yoktur. Toprakları paylaşmak için savaşlar yoktur. İnsanları birbirinin boğazına saldırtan hırslar, menfaat soygunları yoktur. Bütün insanlar tek bir millettir. İnsan da ancak böyle bir topluma vardığı zaman insan olacaktır.”
 
***
 
Tevfik Fikret, Kadırga’da Bostanıâli Mahallesi’nde 24 Aralık 1867 Salı günü dünyaya geldi.
 
Babası İstanbul’da öğrenim görmüş ve mutasarrıflığa kadar yükselmiş Çankırılı Hüseyin Efendi’ydi.
 
Hüseyin Efendi İrfanî Rüşdiyesi’ni bitirip memuriyete başladığı yılların başında Hüsrev Efendi adlı bir kişiyle tanışmış ve onun kızı Hatice Rabia Hanım’la evlenmişti.
 
Tevfik Fikret’in çocukluğu el üstünde tutularak, sağlıklı ve huzur içinde geçti.
 
Bu huzur dolu günler, annesinin dayısı ile birlikte hacca gitmesine kadar sürdü ancak. O yıl Hatice Rabia Hanım, Mekke’deki kolera salgınında öldü.
 
Çok çabuk alınıp kırılan, çok hassas, hemen darılıveren, çok uzun küslükler yaşayan, olayların ve çevrenin etkisinde çabuk kalan bir yapıya sahip olması, dillere destan titizliği, içe dönük mizacı, “uzlet ve sükûnete meftunluğu”, tabiata düşkünlüğü belki de bu ölümün ruhunda bıraktığı keskin izlerin sonucudur.
 
***
 
Fikret’in 48 yıllık çok kısa ömrünü büyüteç altına aldığınızda, 29 yaşına kadar bir Fikret, 29 yaşından sonra başka bir Tevfik Fikret görürsünüz.
 
Tevfik Fikret, Muallim Naci’nin çıkardığı sonra İsmail Sefa’nın yönettiği Mirsad dergisinin açtığı şiir yarışmasında “Tevhid” ve sonra “Sitayiş-i Hazret-i Padişah” adlı şiirleriyle 1891 yılında birinciliği kazandığında 24 yaşındaydı.
 
Şiirleri daha sonraları 1893-1896 yılları arasında Malumat dergisi’nde yayımlandı.
 
Şiirleri dışındaki çeşitli makaleleri, hikâyeleri ve çevirileri Malumat, Maarif, Servet-i Fünun ve Tarik gibi dergilerde yer aldı.
 
***
 
Ancak yaşamında Servet-i Fünun dergisinin ayrı ve çok farklı bir yeri vardır.
 
Servet-i Fünun Dönemi, Tanzimat’la birlikte başlayan, edebiyatı Avrupa ruhu ve tekniği içinde yenileştirme hareketinin 1896-1901 yılları arasında, Recaizade önderliğinde toplanan yeni nesille ikinci bir hamle yaptığı dönemdir.
 
Servet-i Fünun edebiyatının başlıca esin kaynağı 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız edebiyatıdır. Abdülhamid yönetiminin baskısı karşısında hürriyet fikrini ısrarla savunmuşlardır.
 
***
 
Fikret, 1896 yılında, Recaizade’nin dileğiyle, Servet-i Fünun’un yazı işlerini yönetmeye başladı. Şöhreti de giderek arttı.
 
1896 yılı Fikret’in saray ve padişah karşısındaki tutumu açısından bir dönüm noktasıydı. Bu tarihten itibaren Fikret’in padişah, saray ve iktidara karşı muhalefeti daha da yoğunlaştı.
 
Çocukken dinî bir eğitim almış olmasına ve sofu bir aile ortamında yetişmiş bulunmasına rağmen 1896 yılından sonra manevi dünyasında da derin değişmeler olduğu söylenir.
 
Abdülhamid istibdadı edebiyat dergilerinin uğradığı sansür ve sıkça kapatılmaları Fikret’i çok etkilemişti.
 
Kendisi de 1898 yılında sorgulanmak üzere götürülmüş ve üç gün gözaltında kalmıştı.
 
Aydınlara, yazarlara, çizerlere, düşünürlere gözaltı buranın karakteristik bir davranış biçimidir. Hiç değişmez.
 
***
 
Fikret’in daha sonraki yaşantısı baskıya karşı kavgayla, mücadeleyle geçti.
 
Özellikle bu dönemden sonra içinde bulunduğu baskı ve adaletsizlikle sürekli çatıştı.
 
Batı âleminin hızlı ilerleyişi karşısında Osmanlı’nın yoksulluğunu derinden hisseden Fikret, cahilliğin, mutaassıplığın ve zalimliğin amansız bir düşmanı hâline geldi.
 
Zulme karşı sesini her zaman yükseltti.
 
***
 
1901 yılında Servet-i Fünun dergisinin kapatılmasından bir süre önce inzivaya çekilerek Robert Kolej’deki öğretmenliğiyle yetindi.
 
1905 yılında Robert Kolej’in hemen yanına Aşiyan adını verdiği bir köşk yaptırdı. Münzevîliğini 1908 yılına kadar sürdüren Fikret, bu müddet içinde sert ve isyankâr şiirler yazdı.
 
***
 
Tüm bu saray ve saltanat karşıtlığının, muhalefetinin temeli, düşüncelerini süsleyen “hürriyet” ortamına kavuşmaktı.
 
1908 yılı onun adına önceleri hürriyet hayaline kavuşma fırsatı gibi görünse de, sonraları yaşayacağı büyük hayal kırıklıklarının başlangıcı oldu.
 
1908 yılının Temmuz’unda II. Abdülhamid tahttan indirilmiş ve İttihat ve Terakki Fırkası mensupları hükümeti ele geçirmişti.
 
Fikret, ne yazık ki yeni hükümetle de umduğu hürriyet anlayışını bulamadı ve yeniden muhalefete geçti.
 
“Doksan Beşe Doğru”, “Rübab’ın Cevabı” ve “Han-ı Yağma” gibi şiirler bu muhalefetin sonucunda yazıldı.
 
Tevfik Fikret’in hürriyet anlayışı insanın kişilik haklarının kabul edildiği, toplumda bütün insanları kapsayan eşitlik ve sosyal adaletin olduğu bir anlayıştı.
 
Özlemini duyduğu hürriyeti “Haluk’un Defteri” adlı şiirinde unutulmaz ve ölümsüz bir şekilde açıkça dile getirdi.
 
***
 
Fikret’e göre bütün toplumsal sorunlarımız geriliğimizden ileri gelmekteydi.
 
İlerleyebilmek için de önce bu geriliğin varlığını kabul etmek ve seviyesini saptamak lazımdı. Eskiden sahip olunan parlak medeniyet yüzyıllar içerinde yıpranmış, memleket maddi-manevi her bakımdan yoksulluklar içine düşmüştü:
 
“Saha-ı rekabet-i milelde ne kadar geri kalmış olduğumuz düşünülür ve mümkün olduğu kadar çabuk terakki ederek henüz vakit müsait iken teceddüd-i millîmizi takviye etmenin bizim için mecburiyet-i hayatiye olduğu pîş-i ihtimama alınırsa…”
 
İddialara göre Fikret, medenî ülkelerle yaşadığı ülkenin medeniyet seviyesi arasında büyük farklar gördüğü için 1908’den sonra Avrupa’ya gitmesi kendisine teklif edildiğinde, “o medeniyeti gördükten sonra, memleketime dönüp de yaşamam büsbütün imkânsız olacak” diye teklifi kabul etmedi.
 
***
 
Batı medeniyetine yönelişimiz, Fikret’in yaşadığı döneme kadar farklı alanlarda nisbî gelişmeler göstermişti.
 
Ancak askerî ve hukukî alanda, bilim, teknik ve edebiyat alanlarında yaşanan bu gelişmeler henüz çok eksik ve verimsizdi.
 
Fikret, Batı’nın sadece şekil ve görünüşüne bağlı kalındığından yakınıyordu.
 
Öncelikle Batı’daki kurumların kuruluş ve işleyişlerindeki esasları kavramak ve sonra onu bütün müspet yönleriyle memlekete sindirmek gerektiğini söylüyordu.
 
Yaşasa herhalde aynı şeyleri amansızca söylemeye devam edecekti.
 
Fikret bu konuda gençleri göreve çağırmış ve onlara Batı uygarlığında, Osmanlı toprakları için yararlı ne varsa yüklenip getirmelerini, geri kaldığını düşündüğü bu ülkeyi bir an önce kalkındırmalarını öğütlemişti.
 
***
 
1909 yılında eski öğrencisi olduğu Galatasaray Sultanîsi’nin müdürlüğüne getirildi. Görevi sırasında karşılaştığı çeşitli tenkitler ve hakkındaki dedikodulara dayanamayarak istifa etti.
 
Daha sonra Darülmuallimîn’de edebiyat öğretmenliği yaptı ama arkadaşı Sâtı Bey müdürlükten ayrılınca buradan da istifa etti.
 
***
 
1910’dan sonra Aşiyan’daki yaşamı tam bir inziva hayatına dönüştü. 1914 yılında hastalandı. Gençliğinde verem atlatan Fikret’in şeker hastalığı ve romatizması vardı. 18 Ağustos 1915 gecesi vefat etti, Aşiyan’ın bahçesine gömülmeyi vasiyet etmiş olmasına rağmen, cenazesi Eyüp Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedildi. Naaşı 24 Aralık 1961 yılında Aşiyan’a nakledildi.
 
***
 
Tevfik Fikret bu toprakların yetiştirdiği en büyük sanat ve düşünce insanlarından biridir.
 
Hayatı kavrayış biçimi yaşadığı dönemin çok ötesindedir. Bu toprakların en ölümsüz hümanistidir.
 
Yaşadığı büyük hayal kırıklıklarına rağmen hürriyet mücadelesinden hiç vazgeçmedi.
 
Hem II. Abdülhamid, hem de başlangıçta hürriyeti getirdiği sanılan ama kısa zaman sonra azgın bir faşizme imza atan İttihat ve Terakki Dönemi’nde baskının hedefi oldu.
 
Buraların hep aynı zulüm çukuruna döndüğünü ilk görenlerden ve acısını ağır yaşayanlardan biri oldu.
 
O muhteşem “Sis” şiirinden alıntıladığım şu mısraları okuyunca, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız:
 
 
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki

her talih şikâyeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!

Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
 
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
 
 
Ey tutulmayan vaatler, ey sonsuz muhakkak yalan,

Ey mahkemelerden biteviye kovulan ‘hak’!

Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
 
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
 

Ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar.
 
***
 
Çığlığı hala yankılanıyor:
 
Ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar…