Nesiller

Aciman ölümün karşısında hayatı değil, aşkı koyar. Zira hayat kimi zaman doğru dürüst yaşanmaz, verili zaman çarçur edilir

KARİN KARAKAŞLI

19.09.2020

Adınla Çağır Beni ve Bul Beni romanları aynı zamanda nesiller konusuna odaklanan iki kitap. Dolayısıyla yeni durağımız burası. Zaten nesiller bir anlamda meselesi zaman ve hafıza olan eserlerin doğal bir uzantısı. André Aciman nesilleri sadece aile bağları üzerinden ele almakla yetinmemiş. Hayatın kesiştirdiği insanların kendi emekleriyle kurdukları bağ üzerinden de bakmış meseleye. Bu açıdan Adınla Çağır Beni’de on yaşındaki kız çocuğu Vimini, kısa ama etkileyici varlığıyla özellikle anılmayı hak eden bir karakter.

Vimini kitapta Elio’nun komşusu ve arkadaşı olarak beliriyor. Zamanla Oliver’la da derin bir bağ kuruyor. Ailesine ve kendi ev hayatına dair hiçbir şey öğrenmiyoruz. Tek bilgimiz çevresindekilerin kendisine deha dediği bu kızın Oliver’la ilk tanıştığı anda ironik bir üslupla açık ettiği sırrı. On yaşında lösemi hastası olan ve öleceğini bilerek yaşayan bilge bir çocuk var karşımızda. Hayata başlangıçla özdeşleştirilen çocukluğun faniliğin cisimleşmiş hâli olarak belirmesinde hayatın doğal akışını ters yüz eden ama aynı zamanda onun edebiyatın en yaratıcı kurgularını dahi sarsan absürt gerçekliğine denk gelen bir yan var. Elio ve Oliver’ın ilişkisinde daha ilk andan mihenk taşına dönüşen ve sahip çıkılıp layıkıyla yaşanmayan bir aşkın, hayatın ta kendisinin ödeşme mihrabına dönüşen bir yan. Önce o ilk âna bakalım mı?:

“O kızın bizim sabahlarımıza ilk girişi tam da, ben Brahms’ın, Handel’in son varyasyonları üzerine yaptığı bir adaptasyonu çalarken oldu. Kızın sesi boğucu öğlen sıcağını dağıttı. ‘Ne yapıyorsun?’ ‘Çalışıyorum,’ diye yanıtladım. Havuzun kenarında karın üstü yatan Oliver, kürekkemiklerinin arasından ter akarak başını kaldırıp baktı. ‘Ben de,’ dedi, kız dönüp ona da aynı soruyu sorunca. ‘Sen konuşuyorsun, çalışmıyorsun.’ ‘Aynı şey.’ ‘Keşke ben de çalışabilsem. Ama kimse bana bir iş vermiyor.’ Vimini’yi daha önce hiç görmemiş olan Oliver, bu konuşmanın kurallarını bilmiyormuş gibi, tümüyle çaresiz bir şekilde bana baktı. ‘Oliver, Vimini’yle tanış; kendisi kapı komşum olur.’ Kız ona elini uzattı, Oliver sıktı. ‘Vimini’yle ikimizin doğum günü aynı, fakat o henüz on yaşında. Vimini de bir dâhidir. Senin dâhi olduğun doğru, değil mi Vimini?’ ‘Öyle diyorlar. Ama bana öyle geliyor ki, galiba değilim.’ ’Niçinmiş o?’ diye sordu Oliver, büyüklük taslıyor gibi görünmemeye çalışarak. ‘Doğanın beni dâhi yapması çok uygunsuz bir şey olur da ondan.’ Oliver ilk kez bu kadar irkilmiş görünüyordu. ‘Ne dedin?’ ‘Bilmiyor, öyle mi?’ diye sordu kız bana dönüp. Başımı sallayarak onayladım. ‘Benim pek fazla yaşamayacağımı söylüyorlar.’  ‘Niçin söylüyorlar ki bunu?’ Oliver tamamen afallamıştı. ‘Nereden biliyorsun?’ ‘Herkes biliyor. Çünkü bende lösemi var.’ ‘Ama sen ne kadar güzelsin, ne kadar sağlıklı görünüyorsun, üstelik çok zekisin,’ diyerek itiraz etti. ‘Dedim ya, kötü bir şaka.’ Artık çimlerin üzerine çömelmiş halde duran Oliver’ın elindeki kitap resmen yer düştü. ‘Belki bir gün ziyarete gelir, bana kitap okursun, ‘ dedi kız. ‘Ben gerçekten iyi biriyim… sen de iyi birine benziyorsun. Evet, hoşça kal.’ Duvarın üzerine çıktı. ‘Ve seni korkuttuysam özür dilerim… ee…’ Kızın, yanlış seçilmiş bir metaforu düzeltmeye çalıştığı gözle görünüyordu neredeyse. O gün eğer müzik bizi en azından birkaç saatliğin yakınlaştırmadıysa, Vimini vakası yapmıştı bunu.”

Elio bir tek Vimini’den kıskanmaz Oliver’ı. onların giderek gelişen dostluğunda Oliver’ın iyi insan olma mayasını teyit eder. Kızın kaçınılmaz ölümünü bildirmek de yine Elio’ya düşecektir. O ölüm yine ilişkilerinin yansımasıdır: “Gönderdiğim tek mektup, bir yıl sonra, Vimini’nin öldüğünü haber vermek içindi. Oliver hepimize yazıp ne kadar üzgün olduğunu bildirdi. Asya’da yolculuk yapıyordu ve mektubu bize ulaştığında Vimini’nin ölümüne tepkisi, açık bir yaranın acısını yatıştırmaktan ziyade, kendiliğinden iyileşmiş bir yarayı yeniden sıyırıyordu sanki. Oliver’a Vimini hakkında yazmak, özellikle de bir zamanlar aramızda geçmiş şeylerden asla söz etmeyeceğimiz, bunun lafını bile hiç anmayacağımız gayet açık hale geldikten sonra, aramızda kalan son köprüden geçmek gibiydi.”

Elden ele bir miras

Bul Beni’de ise yedi yaşındaki bir çocuğa zamanın sürekliliği, nesillerin aktarıcılığını göstermek düşer. Elio’nun babası Samuel’in hayatının son deminde Miranda’da yakaladığı aşkın ürünü olan küçük Oliver’dır bu çocuk. Nesiller aynı zamanda ortak isimlerin de taşıyıcısıdır. Ezel ebed var olanı gösterir. Elio ve Oliver yirmi yıl sonra aşklarına tanık olan Kuzey İtalya’daki o çocukluk evinde yan yana geldiğinde Samuel ölmüş, Elio’nun artık Alzheimer hastası olan annesi, bakıcısıyla oğlunun eski odasına yerleşmiş, küçük Oliver ise fotoğrafçı annesi Miranda uzun yollara çıktığında bu yazlık evde kalır olmuştur. Oliver ve Oliver işte böyle karşılaşır:

“Duş alıp mutfağa döndüğümde Oliver ile Oliver’ın masanın uzun kenarında yan yana oturduklarını görerek şaşırdım. Üçümüz için kaynar suya altı yumurta attım. Evvelsi gece televizyonda izlediğimiz filmi tartışırlarken küçük Ollie’nin Oliver’a hemen kanının ısındığı belliydi. 

Herkes için kızarmış ekmeklere tereyağı sürdüm ve Oliver’ın önce küçük Ollie için yumurtanın tepesini açıp sonra kendi yumurtasını kırmasını seyrettim. ‘Bana bunu yapmayı kim öğretti biliyor musun?’ diye sordu. ‘Kim?’ diye sordu çocuk. ‘Abin. Her sabah yumurtamı açardı. Çünkü ben nasıl yapıldığını bilmiyordum. İnsana Amerika’da bunları öğretmiyorlar. Oğullarımın yumurtalarını da ben kırıyorum.’ ‘Oğulların mı var? ‘ ‘Evet.’ ‘İsimleri ne?’ Söyledi. ‘Peki sana kimin adını verdiklerini biliyor musun?’ diye sordu Oliver sonunda. ‘Evet.’ ‘Kimin?’ ‘Senin.’ Bu son kelimeleri duyduğum anda boğazım düğümlendi. Konuşmadığımız o kadar farklı konunun altını çiziyordu ki bu, belki de daha konuşma fırsatı bulamadığımız ya da nasıl konuşacağımızı bilemediğimiz konuların; yine de bir şekilde dile getirilmişlerdi işte, bitmemiş bir melodik havayı sonlandıran bir akor gibi. Aradan ne çok zaman, ne uzun yıllar geçmişti; kimbilir kaçı biz farkında olmadan bizi daha iyi insanlara dönüştüren yitik yıllardı. Duygulanmam tevekkeli değildi. Bu çocuk bizim çocuğumuz gibiydi, varlığı sanki eskiden öyle aleni bir şekilde öngörülmüştü ki birden her şey aydınlandı; çünkü bu çocuğun adının Oliver olmasının bir sebebi vardı, çünkü Oliver her zaman benim kanımdan olmuştu, her zaman bu evde yaşamıştı, bu evin bir ferdi olmuştu, hayatlarımızın bir ferdi olmuştu. Bize gelmeden önce bile buradaydı, benim doğumumdan önce, nesiller evvel buraya ilk taşı dizmelerinden önce; o günle bugün arasındaki geçen yıllarsa zaman denen uzun yolculukta bir zerrecikten ibaretti. Onca zaman, onca yıl, temas edip geride bıraktığımız hayatlar, sanki hiç yaşanmamış olabilirlerdi ama yaşanmışlardı da –zaman, o gece geç saatte kucaklaşıp uyumadan önce Oliver’ın dediği gibi, yaşanmamış hayatın bedeli her daim zaman.

‘Abin öyle harikulâde biri ki.’ Çocuk bize baktı. ‘Öyle mi dersin?’ ‘Sence öyle değil mi?’ ‘Evet, öyle.’ Çocuk gülümsedi.  Benim gibi ve Oliver gibi o da biliyordu ki bu evin anadili ironiydi. Sonra çocuk ansızın sordu: Sen de iyi bir insan mısın?’ Oliver bile duygulanmıştı, bir an nefesi kesildi. Bizim çocuğumuzdu bu. İkimiz de biliyorduk bunu. Artık hayatta olmayan babam da bunu biliyordu, en başından beri biliyordu.”

Babalar, evlatları ve şahsiyete hürmet

İlk kitapta acımasız bir paradoksla küçük Vimini’ye yüklenen ölümlülük hissi, Bul Beni’de Elio’nun babası Samuel ve Miranda’nın babasına tahvil edilir. Miranda’nın babası ölümün kıyısında olduğunu bilmekte ve kalan zamanda hayatın yeme-içme zevkini tadarak hakkını vere vere sona ilerlemek istemektedir. Bir yandan da ders verdiği günlere selam edercesine genç öğrencilerin tezlerini düzelterek danışmanlık yapmakta, olmuş olduğu kişiyi hatırlamaktadır.  

Miranda’nın aşkla bağlı olduğu babasının hastalığına dair hisleri, aynı deneyimden geçenleri titretecek sahiciliktedir. Ve Miranda gerçek bir sevgide olduğu üzere o eski hürmeti hiç unutmamıştır: “Bir süredir bunu düşünüyorum. Ona olan sevgim değişti. Artık kendiliğinden gelişen bir sevgi değil; vesveseli, ihtiyatlı bir sevgi, bir bakıcının sevgisi. Gerçek sevgi değil. Yine de birbirimize karşı dürüstüz, ona söylemekten utandığım hiçbir şey yok. Annem neredeyse yirmi yıl önce bizi terk etti, o günden beri babamla başbaşayız… Öğle yemeğine iki arkadaş çağırdığını söyledi ama daha haber alamamış, o yüzden tahminimce gelmeyecekler, bugünlerde kimse gelmiyor. Kardeşlerim de gelmeyecek. Floransa’da evime yakın eski bir dükkânın profiterolünü seviyor. Ona orada ders verdiği daha eski günleri hatırlatıyor. Tabii aslında tatlı yemesi yasak ama…”

Samuel ise bir daha hiç açılmamak üzere kapandığını, anahtarını da kaybettiği aşk kapısından beklenmedik biçimde geçmenin şükranlı şaşkınlığındadır. Bu genç kadın onda yaşlanmakta olan yorgun bir adam değil, birikimiyle büyüleyici bir varlık bulmuştur. Bu ikinci doğuştur. O coşkuyla haykırır duygularını: “Şu an Tanrı bana biraz daha zaman vermiş gibi görünüyor. Resmî değil, senden başka birine söylesem inkâr eder. Sahildeki evime bayılacaksın. He gün kırlarda yürüyeceğiz, yüzeceğiz, meyve yiyeceğiz, bir sürü meyve yiyeceğiz. Eski filmler seyredip müzik dinleyeceğiz. Senin için küçük salonda piyano bile çalacağım, Beethoven’ın sonatındaki o harikulade ânı tekrar tekrar duyacaksın, birinci muvmanda fırtınanın dindiği ve tek duyulanın yavaş, çok yavaş notaların damla damla şıpırtısı ile tekrar fırtınavari bir şey kopmadan önceki sessizlik olduğu ânı. Myrrha ve Kinyras gibi olacağız ama Kinyras kızını onunla seviştiği için öldürmeyecek, Myrrha da babasının yatağından kaçıp bir ağaca dönüşmeyecek, şansımız yaver giderse Myrrha gibi sen de dokuz ay içinde Adonis’i doğuracaksın.”

Aciman, nesilleri belirgin bir tercihle babalar ve evlatları üzerinden kurar. Anneler siliktir. Baba-kız, baba-oğlan döngüsü sürekli farklı kombinasyonlarda tekrarlanır ve aşk ilişkilerinde ödeşilen bir deneyime dönüşür. Samuel, Miranda ile oğlu kendisini o gün karşılayamadığı için ya da tam da bu sayede ilişkiye başlar. Birlikte Miranda’nın babasını ziyarete giderler. Miranda aertesi gün Elio ile tanışır ve Miranda’nın Samuel karşısındaki hisleri, beş yıl sonra Elio’nun Michel ile ilişkisinde aksini bulur. Aciman, yaşça olgun olan Samuel ve Michel’e o beklenir tereddütü yüklerken, okuru asıl daha genç olan sevgililerin Miranda ve Elio’nun korkusu ile şaşırtır. İki karakter de partnerlerine “ilk seferde iyi olmadıkları”nı itiraf eder. İkisi de bu ilişkileri denemeye kararlı ama bir o kadar kırılgandır. Her şeylerini verip, tekmil varlıklarıyla koşulsuz kapsanmaya hasrettir. Aşk, herkesi yaşından, deneyiminden bağımsız olarak birbirinde eşitler. Provasız bir oyundur bu.

Michel babasına dair en büyük sırrı Elio aracılığıyla keşfetmeye girişir. Babası çok başarılı olabileceği piyanistlik kariyerini bilinmez bir sebepten bırakmış hukuk profesörü olmuştur. Michel, babasından miras kim olduğunu bilmediği Léon isimli birinin yazdığı partisyonla kalakalmıştır. Elio’nun neden Léon’un kim olduğunu öğrenmeye çalıştığı sorusuna verdiği yanıt anne baba denen insanların hayatınadair koca bir hatırlatmadır: “Bilmiyorum. Belki bu, babama ulaşmanın bir yolu; hayatta yapmayı en sevdiği şeyi bırakmasına neyin sebep olduğunu öğrenmenin, Léon’la aralarındaki dostluk ile sevgiyi anlamanın; aralarında dostluk ile sevgi varsa tabii. Bu, babamın bana bahsetmediği tek şey, oysa on sekizime geldiğimde bana rahatlıkla açılabilirdi. Belki ben de oğlum gibiydim, aramıza mesafe koymaya çalışıyordum. Ya da bu müziği bırakan adamı tanımaya vakit ayırmadığım için bir tür kefaret ödeme biçimim. Ama kaçımız anne babamızın gerçekte kim olduğunu anlamaya vakit ayırıyoruz ki? Sadece sevdiğimiz için tanıdığımızı sandığımız insanların görmediğimiz daha ne kadar farklı katmanları var?” 

Aşk ölümü yener mi?

Aciman ölümün karşısında hayatı değil, aşkı koyar. Zira hayat kimi zaman doğru dürüst yaşanmaz, verili zaman çarçur edilir. Aşk ise brüt ömrün hakkı verilen net özüdür sanki. O kadar ki, Elio, on yıl sonra Oliver’ın karşısına çıktığında tıpkı o yaz Oliver’ı çocukluğuna da aitmişcesine düşlediği gibi, gelecek kuşakları da kapsayan bir hayale dahil eder:  “Saçma bir arzuya kapılarak, Thomas Hardy’nin Çok Sevilen adlı romanını hiç okudun mu diye sordum ona. Hayır, okumamıştı. Romanda bir adam âşık olduğu kadın tarafından terk edilir ve yıllar sonra kadın ölür. Adam, kadının evini ziyaret eder, kızıyla tanışır ve kıza âşık olur; onu da yitirince, yıllar sonra onun da kızıyla karşılaşır ve âşık olur. ‘Böyle şeyler kendiliğinden ölüp gider mi, yoksa bazı şeylerin sonuçlanması için kuşakların, ömürlerin geçmesi mi gerekir?’ ‘Oğullarımdan birinin senin yatağına girmesini de, senin oğlunun, eğer olacaksa, benim oğlumun yatağına girmesini de istemem.’ Kıkırdadık. ‘Ben babalarımızı merak ediyordum ama.’ Bir süre düşündü, sonra gülümsedi.” 

Oliver da yıllar önce Elio’nun onu düşünerek mastürbasyon yaptığı şeftaliyi ısırmadan önce benzer bir esriklikle geçmiş nesilleri kapsamaya girişmiştir:  “Senden önceki insanların sayısını bir düşün… sen, deden, dedenin dedesi ve senden önceki, sıçrayarak gerilere giden bütün Elio kuşakları ve çok uzaklardakiler, bunların hepsi, seni sen yapan şu damlanın içine sıkışmış. Şimdi, tadına bakabilir miyim?” 

Elio ise o ilk gecenin öncesinde kendi hislerinin yoğunluğundan bitap düşmüşken köklerinin sesini duyar. Aşk, adeta genetik bir mirastır: “Yapma, yapma bunu Elio. Dedemin sesiydi bu. Ben onun adaşıydım ve dedem bana, benim odamla Oliver’ın odasının arasındakinden çok daha zorlu bir sırat köprüsünü geçtiği yataktan sesleniyordu. Geri dön. O odaya gidince kim bilir neyle karşılaşacaksın. Büyü çözülüp de gözün açılınca vücudunda kötü bir şekilde gerilmiş neredeyse bütün sinirlerinde bir utanç duyduğunda, keşfin kuvvet veren suyuyla değil, umutsuzluğun ölüm kasvetiyle karşılaşacaksın. Yıllar seni gözlüyor şimdi, bu gece gördüğün tüm yıldızlar azabını biliyor, ataların buraya toplandı ve sana, Non c’andà, oraya gitme deme olanakları yok.”

Çember zaman

Her iki kitapta da çizgisel değil dairsel hareket eden zamana övgüdür. Gelecek anımsanan, geçmiş düşlenen, şimdiki zaman sonsuza uzayan bir deneyimdir bazen. Yirmi yıl sonraki karşılaşmada Elio’nun hissettiği gibi:

“Ona havuzun, bahçenin, evin, tenis kortunun, cennet kenarlığının, her tarafın daima hep onun hayalet yeri olacağını söylemek istiyordum. Ama bunun yerine, yukarı kattaki odasının camlı kapısını gösterdim. Senin gözlerin ebediyen hep orada, demek istiyordum ona, incecik perdelerin arasında kısılı kalmış, üst kattaki, bugünlerde kimsenin yatmadığı benim odamdan dışarıyı seyrediyor. Hafif bir esinti çıkıp da perdeler kabardığında ben aşağıdan oraya bakıyor ya da dıştaki balkonda duruyor ve senin içeride olduğunu, kendi dünyandan benim dünyama bakarak, seni o kayanın üzerinde bulduğum gece söylediğin gibi, Burada mutluydum dediğini düşünürken yakalıyorum kendimi. Sen binlerce kilometre uzaktasın ama ben o pencereye bakar bakmaz hemen bir mayo, dalgalanan bir gömlek, korkuluğa dayanmış kollar geliyor aklıma ve sen birdenbire orada oluyorsun, günün ilk sigarasını yakıyorsun… yirmi yıl önce bugün. Bu ev yerinde durduğu sürece, burası hep senin hayalet yerin olacak… ve benim de, demek istiyordum.

Bir zamanlar babamla Oliver’dan konuştuğumuz yerde birkaç saniye durduk. Şimdi onunla ben babamdan konuşuyorduk. Yarın bu ânı tekrar hatırlayacak ve onların yokluğunun hayaletlerinin günün alacakaranlık saatlerinde dolaştıracaktım.”

Zamanın döngüsü Aciman’ın ustalıklı anlatımıyla iki kitapta âşıkları benzer bir izlekte buluşturur. Adınla Çağır Beni’de genç Elio, Oliver’a ilk kez aşkını ilan ettikten sonra gezindiği meydanda, bir muharebe gibi hissettiği aşkın etkisiyle geçmişi bugüne taşır: “Beklerken, ikimizin bisikletini de tutarak, kasabanın Birinci Dünya Savaşı’ndaki Piave Muharebesi’nde şehit düşmüş gençler için yapılmış savaş anıtına doğru yürüdüm. İtalya’daki bütün küçük kasabalarda buna benzer anıtlar vardır. İki küçük otobüs hemen yakında durmuş, yolcuları –komşu köylerden alışveriş için gelen yaşlı kadınları- indiriyordu. Küçük piazza’da, hasır arkalıklı, çarpık bacaklı, küçük sandalyelere ya da park banklarına oturmuş, kasvetli, eski, soluk renkli takımlar giymiş, çoğu erkek olan yaşlılar vardı. Orada, Piave Nehri’nde yitirdikleri gençleri hâlâ hatırlayan kaç kişi kalmıştır, diye düşündüm. Onları tanımış olmak için, bugün en azından seksen yaşında olmanız gerekirdi. Ve o günlerde onlardan daha büyük olmanız için en azından yüz, belki de daha yaşlı olmalıydınız. Yüz yaşında, yitirmeyi ve kederi yenmesini öğrenmiş olursunuz muhakkak… yoksa bunlar ölünceye dek peşinizi bırakmaz mı? Yüz yaşında, kardeşler unutulur, oğullar unutulur, sevilenler unutulur, kimse hiçbir şeyi hatırlamaz, en perişan olmuşlar bile hatırlamayı unutur. Anneler ve babalar öleli çok uzun zaman olmuştur. Hatırlayan çıkar mı? Aklımdan bir düşünce geçti birden: Torunların bugün bu piazzetta’da neler konuşulduğunu bilecek mi? Bilen biri çıkacak mı? Yoksa bunlar yok olup gidecek mi, bir parçamın böyle olmasını istediğini gark ettiğim gibi? Kaderlerinin bugün bu piazzetta’da, uçurumun ne kadar yakınında durduğunu bilecekler mi? Bu düşünce hoşuma gitti ve o günün geri kalanına biraz uzaktan bakmak için gereken mesafeyi sağladı bana.” 

Yirmi yıl sonra bir an bile kalbinden söküp atamadığı aşkıyla ödeşen Oliver ise bu sırada gelecek kuşakları imdada çağıracaktır: “Şimdi hayranlıkla manzaraya bakar ve akıntıya karşı sessizce süzülen iki römorkörü seyrederken elli yıl sonra bir gün bir başkasının kuşkusuz tam da bu balkona çıkıp tam da bu noktada durarak bu manzaraya hayranlıkla bakacağını, zihninin benzer konularla meşgul olacağını ama bu kişinin ben olmayacağımı düşündüm. On sekizinde mi olacaktı, sekseninde mi, yoksa benim yaşımda mı olacaktı, benim gibi eskide kalmış tek gerçek aşkının özlemiyle mi dolu olacaktı hâlâ; elli yıl önce tıpkı benim bu akşam yaptığım gibi sevdiği birini özleyen ama aklına getirmemeye çalışan bir yabancıyı düşünmemeye mi çalışacaktı; ben de bunca yıl sonra aklıma getirmemeye çalışıyor ama başaramıyordum… Her şey bir perdeydi, hayatın kendisi dikkat dağıtıcı bir araçtı. Şimdi önemli olan tek şey yaşanmayandı.”

İki âşığın buluşması bütün döngüleri tamamlar. Gezegenler yörüngeye oturur, yıldızlar parlar ve bir an için aşk, ölümü bir kez daha yener…